İnsana yönelik olarak tabiat üstü gizli güçlerin yardımı ve aracılığıyla belli bir maksadı gerçekleştirmek ve belli bir gayeye ulaşmak için uygulanan ve etkili olduğu kabul edilen eylem; bir şeyin veya olayın gerçek hüviyetinden uzak olarak başka bir halinin gösterilmesi.
Sihir, İslâm'ın kesin olarak yasaklayıp reddettiği bir inanç ve işlem olup tabiat kuvvetleriyle insanlara bir takım etkilerin yapıldığı söylenen ilkel bir anlayış ve olgudur. Tevhid inancının insanların hayatından uzak kaldığı dönemlerde toplumların ilkel inançlara saplanmasıyla ve özellikle totem inancının yaygın olduğu kitleler arasında çeşitli göz boyama yollarıyla yapılan sihir, eski İran, Çin, Mezopotamya, Arap yarımadası, Mısır ve Hindistan'da rastlanan bir meslek haline getirilmiştir. Allah inancının ve sağlam düşüncenin zayıfladığı dönemlerde daha çok rastlanan bir olay olan sihir, bazı toplumlarda dinî törenlere bir inanç haline getirilmiş ve Allah'ın kudreti unutularak bir çok sihirbaz ve kâhinin sözleri geçerli kılınmıştır. İslâm'ın sihirbaz ve kâhinleri kınaması, insanları basit inanç ve düşüncelerle oyalayıp onları gerçek Allah inancından uzaklaştırarak ilkel ve akıl dışı anlayışlara sürüklemelerini engellemek içindir.
Genellikle İslâm alimleri sihri şu kategorilere ayırmışlardır.
Birincisi; tapınmaya ve yıldızların etkisine dayandırılan ve tılsım adı verilen daha çok Keldanilerin yaptığı sihir. Hz. İbrahim (a.s) bu inanç ve anlayış ile mücadele vermek ve yıldızlara tapınan bu insanları hidayete davet etmek üzere gönderilmiştir.
İkincisi; ruh çağırma, hipnotizma ve benzeri yollarla insana etkili olduğu kabul edilen sihir. Bu sihri yapanlar insanları öldürmek ve diriltmek marifetlerinin olduğunu başkalarına telkin ile kabul ettirirler.
Üçüncüsü, Ervah-ı arziyye denilen yer yüzündeki cinlerin gizli kuvvetlerinden yararlanarak yapıldığı ileri sürülen sihir. Genellikle cincilik olarak halk arasında yayılan ve cahil kimselerin itibar ettiği bir kandırmacadan ibarettir.
Dördüncü çeşit sihir ise; herhangi bir olağanüstü yönü olmayan, sadece insanların idraklerini bir an için yanıltarak yapılan bir göz boyamadan ibaret olan sihirdir. Buna daha çok illüzyon denir.
Beşinci sihir yolu da; olağan üstü işler yaptığına inanılan çeşitli aletlerle yapılan sihirdir. İnsanlar bu aletlerin özelliklerini bilmedikleri için, bunların bir el marifetiyle kullanılmasıyla olağan üstü işlerin becerildiği intibaını vermektedir. Hz. Musa'ya karşı içine cıva doldurulmuş hortum gibi bazı iplerin sıcak bir alana bırakılması sonunda cıvanın genleşmesiyle iplerin yılan gibi kıvrıldığı görülmekte ve bu hortumların yılana çevrildiği iddia edilerek insanlar aldatılmaktadır. Bu gibi oyunlar her zaman var olagelmiştir.
Altıncı sihir oyunu da; çeşitli ilaçların ve kokuların kullanılmasıyla yapılan sihirdir.
Bu gibi ilaç ve maddelerin kimyevî özelliklerini bilmeyen kitleler sihirbazın iş becerdiğine inanırlar.
Yedinci sihir çeşidi de; İsm-i A'zam'ı bildiğini insanlara kabul ettirerek karşısındakileri psikolojik baskı ile cezbetmek suretiyle yapılan etkileşimle ortaya çıkarılan sihirdir. Bu, insanları kandırmakta başka bir şey değildir.
Diğer bir sihir çeşidi de insanların gizli ve bilinmeyen yönlerini sahtekar ve gammazların yardımıyla öğrenen ve bu gizli yönlerini bildiklerini onlara ispatladığını söyleyenlerin yaptığı sihirdir. Bu da insanları aldatıp birbirine düşüren, birbirlerinin aleyhine kışkırtan ve aralarını bozan bir hokkabazlıktan başka bir şey değildir.
Sihrin Tesiri
İslam âlimleri başlangıç beri, çok değişik şekillerde tezahür etse de insan ruhunun bazı hâricî âmillerle tesir altına alınabileceğini kabul ederler. Bu tesirlerin kötü niyete mebnî olarak fâsıklar tarafından hasıl edilen bütün çeşitlerini sihir kelimesiyle ifade ederler.
Sihrin Varlığına Delalet Eden Kur'ân Ayetleri Vardır
Hz. Mûsa'nın Firavun'la olan mücadelesi bir noktada sihir mucize karşılaşmasına dökülür.
فَلَمَّا اَلْقَوْا قَالَ مُوسى مَا جِئْتُمْ بِهِ السِّحْرُ اِنَّ اللّهَ سَيُبْطِلُهُ اِنَّ اللّهَ لَا يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِدينَ
Onlar ortaya atınca Musa dedi ki, "Sizin yaptığınız şey sihirdir. Muhakkak ki, Allah onu iptal edecektir. Şüphe yok ki, Allah fesatçıların işlerini düze çıkarmaz." (Yûnus, 10/81)
قَالَ امَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اذَنَ لَكُمْ اِنَّهُ لَكَبيرُكُمُ الَّذى عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَ لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَعينَ
Firavun (kızgınlık içinde) dedi ki: "Ben size izin vermeden O'na iman ettiniz ha! Anlaşıldı ki o size sihri öğreten büyüğünüzmüş! Ama şimdi bileceksiniz: Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi çarmıha gerdireceğim!" (Şuara,26/ 49)
Yine Kur'an'da anlatılan Hârut ve Mârut adında iki meleğin sihir öğretme vak'ası da sihir hadisesini kabule zorlayan Kur'ânî bir delil olmaktadır:
وَاتَّبَعُوا مَاتَتْلُوا الشَّيَاطينُ عَلى مُلْكِ سُلَيْمنَ وَمَاكَفَرَ سُلَيْمنُ وَلكِنَّ الشَّيَاطينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّى يَقُولَا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَايُفَرِّقُونَ بِه بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه وَمَاهُمْ بِضَارّينَ بِه مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَايَضُرُّهُمْ وَلَايَنْفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَريهُ مَالَهُ فِى الْاخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ وَلَبِئْسَ مَاشَرَوْا بِه اَنْفُسَهُمْ لَوْكَانُوا يَعْلَمُونَ
"...Fakat o şeytanlar kafirlerdir ki insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki onlar (o iki melek): "Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderildik), sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma" demedikçe hiç bir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki (sihirbazlar), Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara fayda vermeyecek şeyleri öğretiyorlardı. Andolsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki, onu (sihri) satın alan (ona revaç veren) kimsenin âhiretten hiçbir nasibi yoktur. Onlar kendilerini cidden ne kötü şey mukabilinde sattıklarını bilmiş olsalardı" (Bakara, 2/ 102).
Bu âyet şüphesiz bir çok sualleri beraberinde getirecektir. Sözgelimi, bu meleklerin öğrettiği şey vahiy nev'inden mi, ilham nev'inden mi idi? Âlimler, herkesin mazhar olabileceği ilham nev'inden olduğunu belirtirler, çünkü onlar Cebrâil gibi vahiy getiren meleklerden değildir.
Öğretilenlerin mahiyetine gelince, Elmalılı merhum bunların yaratılış sırlarından bazı harika ve garip şeyler olduğunu, bunlar esas itibariyle şerr olmayıp, şerre de müsait bulunduklarını, meleklerin öğrenenlere bu bilgilerin şerde kullanılmalarının küfür olacağını belirterek "sakın şerde kullanmayın" dediklerini belirtir. Öyle ise Bâbil halkına meleklerin öğrettiği şeyler hadd-i zatında sihir değildir, fakat sihir olarak kullanılabilecek şeylerdir. Ne var ki, sihir olarak kullanılmaları mahz-ı küfürdür. Bu küfrî mahiyetleri sebebiyle âyette bunların sihir olduğu ifade edilmiştir. Gerçekten de hemen hemen her ilim böyledir, aslında hepsi muhteremdir, ama kötüye de kullanılarak şerre âlet edilebilir. İlim ne kadar harika, ince ve herkesin kavrayamayacağı kadar yüksek olursa, şerre ve fitneye âlet edilme ihtimali de o nisbette fazla olur. Bu sebepledir ki, hak dini isbat ve diğer ilimler bahane edilerek âlemde ne kadar küfürler, mel'anetler işlenip hayra kullanılırsa zehirlerden ilaç elde edilir, şerre kullanılırsa ilaçlardan zehirler hâsıl edilir. Bu durumu göz önüne alan müslüman âlimi hiçbir ilmi "şerdir, haramdır" diye damgalamamışlardır. Hatta, belirteceğimiz üzere sihri bile öğrenmek şerr ve haram sayılmamıştır. Sihri kötü maksadlarda kullanmak haramdır, yasaktır.
Âyet-i kerîme, Hârut ve Mârut'a öğretilen ilmi de mutlak olarak haram îlan etmemiştir. Kötüye kullanılmasını haram etmiştir. Öyle ise sihir amelî bir ilimdir, şerr ve tezvir sanatıdır. Bu amel bazı hakiki ilimlere mütevakkıf olabilir. Ve bu ilimlerin kötüye kullanılmasıyla mezmum olan sihir hasıl edilir.
Öyle ise sihir, şeytânî bir ameldir ve iki farklı asla dayanmaktadır:
1-Şeytanların uydurdukları eracif denen (uydurma sözler, yalanlar) hakikatsiz aldatmacadır.
2-Bâbil deki gibi, özü ve aslı melekî olan bazı hakîkî ilimlere ve garip sanatlara dayanan harikalardır
Âyetin hatıra getirebileceği diğer bir husus "Melekler sihir öğretir mi?" sorusudur. Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere, melek nefsinde bâtıl olan sihir öğretmez, fakat meleğin hayır maksadıyla öğrettiği gerçek ilim, kötü niyetli kimseler tarafından şerde ve fesadda kullanılabilir. ( TNT, dinamit pek çok insanın günlerce çalışarak yapamadığı işi birkaç saniyede yapar. Ama insanlar onu birbirlerini öldürmek için de kullanabilirler). Hârut ve Mârut'un öğrettikleri de böyledir. Aslında onlar sihir öğretmemişler, sihre alet edilebilecek gerçek ilim öğretmişlerdir.
Elmalılı merhum, sadedinde olduğumuz âyetle ilgili açıklamayı şöyle noktalar: "...Karı ile kocasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sosyal bağlantıyı kıranlar, bir sosyal yapıya neler yapmazlar? Komşular, hemşehriler arasında neler yapmazlar? Efrâd-ı milleti birbirlerine mi düşürmez, hükümet ile tebaasının arasını mı açmaz, ihtilaller mi çıkarmazlar? Âyet bu noktada bize gösteriyor ki, sihrin en büyük te'siri ruhlar üzerindedir, fikirleri bozar, kalpleri çeler, ahlakı berbat, cemiyetleri perişan eder. Binaenaleyh sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirlerden sakınmalıdır."
Sihrin Hükmü
Nevevî der ki: "Sihir yapmak haramdır, kebâirden olduğu hususunda icma vardır. Resûlullah (a.s) sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ قَالَ اِجْتَنِبُوا السَّبْعَ الْمُوبِقَاتِ قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ وَمَا هُنَّ قَالَ الشِّرْكُ بِاللَّهِ وَالسِّحْرُ وَقَتْلُ النَّفْسِ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَكْلُ مَالِ الْيَتِيمِ وَأَكْلُ الرِّبَا وَالتَّوَلِّي يَوْمَ الزَّحْفِ وَقَذْفُ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ
Ebu Hüreyre'nin (r.a.) naklettiğine göre:
Allah Resulü (a.s.), "Helak edici olan yedi şeyden uzak durunuz" buyurdu. Ey Allah'ın Resulü! Onlar nedir? denildi. Allah Resulü: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı olması dışında Allah'ın haram kıldığı bir cana kıymak, yetim malı yemek, faiz (yoluyla elde edilen kazancı) yemek, düşmana hücum sırasında harpten kaçmak, zinadan uzak durmuş (onu hatırından bile geçirmeyen) Müslüman kadınlara zina isnat etmek" buyurdu. (Müslim, İman, 129)
Bazı sihir var onu yapmak küfürdür, bazısını yapmak büyük günahtır. Sözgelimi, küfrü gerektiren söz ve fiil bulunan sihir küfürdür, böyle olmayan için küfür hükmü verilmez.
Rukye
Rukye, bir işin husûlü için tabiat üstü güce başvurmak ma'nâsına gelir. Cahiliye devrinden bu yana Araplar, rukyeyi hem müsbet ve meşru hem de menfi ve gayr-ı meşru maksadlarla yapılan işlerin hepsi için kullanırlar. Biz müsbet ve meşru dediğimiz ameliyeyi "okuma", "dua yoluyla tedavi" bazan da "üfürme" tabirleriyle ifade ederiz.
Rukye Meşrudur:
İslâm uleması, Rasulullah (a.s)'ın sünnetinde gelen bir çok delile dayanarak rukyenin meşruluğuna hükmetmiştir. Rukye dua ile tedavi olarak anlaşılınca, bela, musibet, hastalık gibi her çeşit kötü hallere karşı korunmak için Allah'a iltica ve dua etmeye teşvik sadedinde vârid olan bütün hadisleri rukyenin meşruiyyetine deliller olarak göstermek mümkündür. Bu konuda gerçekten çok delil var:
* Bizzat Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Hakk:
اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ
"Dua edin icabet edeyim" (Mü’min, 40/ 60) emrederek:
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلا َدُعَاؤُكُمْ
"De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?" (Furkan, 25/77) buyurarak mutlak şekilde dua etmeye teşvik etmektedir.
"Dua"nın manâsı "Allah'tan istemek" olduğuna göre bu ilâhî davette -"Bütün hastalıklardan şifa" dahil- her şeyin Allah'tan taleb edilmesine bir çağrı vardır. Kaldı ki Rasulullah hastalıklarımıza Allah'tan şifa istemeye daha açık ifadelerle bizleri çağırmış, kendisi fiilî örnekler vermiştir.
* Rukye ve duanın tıbb-ı nebevîdeki ehemmiyetli yerini anlamamız için şunu da bilmemiz gerekmektedir: Mevâhib-i Ledünniyye'de, Hz.Peygamber'in tedavide başvurduğu ilaçlar başlıca üç nev'e ayrılır:
1- İlahî ilaçlar (edviye-i ilahiyye).
2- Tabiî ilaçlar (edviye-i tabiiyye).
3- Her iki nevin birleştiği mürekkep ilaçlar.
Birinci nev'i öncelikle Kur'an teşkil eder. Sadedinde olduğumuz rukye ve dua da birinci nev'e dahildir.
Ulema, duanın etkili olması için bir kısım şartların olduğunu söyler :
** Her şeyden önce itikad'ın dürüst ve pak olması gerekir.
** Haram ve zulümden içtinab etmelidir.
** Dua ânında kalbi gaflet içinde olmamalı, tam bir teveccühle Allah'a yönelmeli, tazarru ve niyaz içinde bulunmalı. Yoksa ağzı okumakta ve duada olup kalbi başka şeylerle meşgul olsa fayda görmez, boş yere çalışır. Nitekim Hâkim'in bir tahricinde Resulullah (a.s):
وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ تَعَالىَلا َيَقْبِلُ دُعَاءً مِن قَلْبٍ غَافِلٍ لاهٍ
"Şunu bilin ki Allah Teâlâ Hazretleri, kalbi gâfil ve mâlâyâni ile meşgul kimsenin duasını kabul etmez" buyurmuştur.
- Duadan önce bir miktar sadaka vermelidir.
- Dua, hacetlerin makbul olduğu mübarek vakitlerde yapılmalıdır: Gecenin son üçte birinde,
- Kıbleye karşı huşu ile yönelmiş olmalı.
- Maddî ve mânevî pâklık içinde bulunmalı,
- Allah Teâlâ'ya hamd ve sena, Resulüne salât ve selam ederek başlamalı.
- Tevbe ve istiğfara devam etmeli.
- Duada ısrar ve tekrar etmeli.
- Dua esnasında Hak Teâlâ'nın Esma-i şeriflerini zikretmek, Rahim, Kerim, Rahman, Şâfi, Kadir gibi isimlerini çokça tekrar ile iltica etmeli, Kur'an'da ve hadiste gelen me'sur dualarla dua etmeli.
(4021)- Avf İbnu Mâlik (r.a) anlatıyor: "Biz cahiliye devrinde afsunlama yoluyla tedavide bulunurduk. Bu sebeple: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu hususta ne dersiniz?" diye sorduk. Bize: "Okuduğunuz duaları bana arzedin bakayım!" buyurdular. (Biz de okuyup arz ettik. Dinledikten) sonra: "İçerisinde şirk olmayan dua ile rukye yapmada bir beis yoktur!" buyurdular." [Ebu Dâvud, Tıbb 18, (3886); Müslim, Selam 64, (2200).]
Bu rivayet, dua yoluyla hasta tedavi etmenin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak okunan duada şirke müteallik bir ibare, bir kelam bulunmamalıdır. Âlimler, Allah'ın isimleriyle, Kur'an âyetleriyle, bu ma'nâda olan başka dualarla rukye yapmanın yani tedavi etmek ümidiyle hastaya okumanın caiz olduğunu söylerler. Küfür ifade eden veya ma'nâsı anlaşılamayan kelimelerle rukye caiz değildir, haramdır denmiştir.
عن جابر )رع( قال: أرْخَصَ رَسُولُ اللّهِ في رُقْيَةِ الحَيَّةِ لِبَنِى عَمْرِو بنِ حَزْمٍ، وَلَدَغَتْ رَجُلا ًمِنَّا وَنَحْنُ جُلُوسٌ مَعَ رَسولِ اللّهِ عَقْربٌ، فقَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّهِ: أَأَرْقِى؟ فقَالَ: مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمْ أنْ يَنْفَعَ أخَاهُ فَلْيَفْعَلْ.
(4022)- Hz. Câbir (r.a) anlatıyor: "Rasulullah (a.s) Benî Amr İbni Hazm'a yılana karşı rukye yapma ruhsatı tanıdı. Biz Rasulullah (a.s) ile birlikte otururken bizden bir kimseyi akrep soktu. Bir adam: "Ey Allah'ın Resûlü, buna rukye yapayım mı?" diye sordu: "Sizden kim kardeşine faydalı olabilecekse hemen olsun" buyurdular." [Müslim, Selam 60-61, (2198, 2199).]
عن أنس )رع( قال: أرْخَصَ لَنَا رَسُولُ اللّهِ فِى الرُّقْيَا مِنَ الحُمَةِ، وَالْعَيْنِ، وَالنَّمْلَةِ
(4023)- Hz. Enes (r.a) anlatıyor: "Rasulullah (a.s) bize, zehire karşı, göz değmesine karşı, nemle kurduna karşı rukye yapmamıza ruhsat tanıdı." [Müslim, Selam 58, (2196); Ebu Dâvud, Tıbb 18, (3889); Tirmizî, Tıbb 15, (2057).]
Hz. Câbir (r.a)'den gelen şu Müslim hadisidir. Der ki: "Benim bir dayım vardı, akrep sokmasına karşı rukye yapardı. Bir ara Resûlullah (a.s) rukyeyi yasakladı. Bunun üzerine Efendimize gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü! Siz rukyeyi yasakladınız, ben ise akrep sokmasına karşı rukye yapıyorum" dedi. Dayıma:
مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمْ اَنْ يَنْفَعَ اَخَاهُ فَلْيَفْعَلْ
"Sizden kim kardeşine faydalı olabiliyorsa onu yapsın" diyerek ruhsat tanıdı."
Bu meseleyi te'yîd eden bir diğer delil başta Buhârî olmak üzere pek çok hadis kitabında rivayet edilmiş olan اَلْعَيْنُ حَقٌّ
"Göz değmesi haktır" hadisidir. Resûlullah (a.s) göz değmesinin hak olduğunu, yani bunun sabit bir vak'a olduğunu ifade buyurmuş ve göz değmesine karşı tedavi yolları tavsiye etmiştir.
Resûlullah (a.s)'ın bu meselelerdeki yasaklamasının mahiyeti hususunda bir bilgi edinmek üzere Müslim'in Avf İbnu Mâlik el-Eşcaî (r.a)'den kaydettiği şu rivayete nazar edebiliriz: "Biz cahiliye devrinde rukye yapardık. Bir ara: "Ey Allah'ın Resûlü, dedik bu hususta ne dersiniz? (Rukye helâl midir, haram mıdır?)" diye sorduk. Şu cevabı verdi:
"Rukyelerinizi bana arzedin (okuyun bir göreyim, neler okuyorsunuz? Şunu bilin ki,) içerisinde şirke delâlet eden bir ifade olmadıkça rukyelerinizde bir mahzur yoktur."
Tedavi Usulleri
Türkiye ve İslam Aleminin çeşitli yerlerinde hastaları tedavi etmeye çalışanları üç grupta inceleyebiliriz.
1. Grup: Yıldızname ile tedavi yöntemi
Bu yöntem, hem aklen yanlış hem de küfre yol açıcıdır.
Aklen yanlıştır, çünkü bu kitaba bakan hoca önce hastanın ismi ile annesinin ismini alıp ebced hesabı ile topluyor. Bu rakamı on ikiye bölüp, kalan rakamı yıldıznameden okuyor. Hasta diyelim ki; 1980 yılında hocaya gitmiş ve ona sihir teşhisi konmuş olsun. Aynı hasta 1990 yılında yani on sene sonra yine hocaya gidecek olsa kendi ismi ile anne ismi değişmediğinden teşhis yine aynı olacaktır. Anne ismi Fatma, kendi ismi Ahmet olan çok kişi vardır. Ama bunların aynı hastalığa yakalanacağını kimse söyleyemez.
İslami hükmü küfürdür. Zira yıldızname kitabı çoğu yerinde gelecekten haber veriyor. Daha önce yazdığımız hadis-i şerifi burada tekrar edelim:
"Kim arrafe, sihirbaza, kâhine gider de onun söylediklerini tasdik ederse, Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir." (Terğip ve Terhip IV/34)
2. Grup: Cinler Vasıtasıyla Tedavi Yöntemi Bu usul ile teşhis ve tedavi yapanların çoğu cahil kimselerdir. Hatta çoğu Kur'an okumayı bilmez. Bu yol da yanlış ve İslam'ın kabul etmediği bir teşhis ve tedavi yöntemidir.
Hasta tedavisinde Peygamber Efendimiz (s.a.v)'den de, sahabelerden de, Tabiinden de cinlerin bilgilerine müracaat edildiğine dair en ufak bir rivayet yoktur. Bu yola tevessül eden kişilerin çoğu bizzat hastalıklar geçirmiş ve bu hastalıkların sebebi ile cinlerle irtibat kurmuş kimselerdir. Cincilere giden hastalara sorulduğunda, kendilerine sihir veya cinni hastalık teşhisi konduğunu söylerler. Hatta sağlam bir kişi bu hocalara gitse ona da "sende sihir veya cin vardır" derler.
3. Grup: Rukye ile Teşhis ve Tedavi Yöntemleri:
Rukyenin caiz olabilmesi için gereken şartlar:
1. Allah'ın isimleri, Ayet-i Kerime, Rasulullah (s.a.v.)'dan mervi dualar.
2. Arap lisanı veya manası anlaşılan bir lisan ile yazılanlar.
3. Allah (c.c.) dilerse te'sir verip, dilerse vermeyeceğine inanmak.
Bu şekilde yapılan rukyeler caizdir. Rukye, Allah'ın izni ile te'sir edeceğine inanıp güvenen insana te'sir eder. Bu tesiri Allah (c.c.) yaratır ve şifa verir.
Ayrıca kişi, ayete’l-kürsi, fatiha, nas ve felak surelerini okuyarak çeşitli manevi rahatsızlıklardan korunabilir, kurtulabilir.
Kehanet ve Fal
Kehânet, İbnu Hacer'in tarifiyle, "Gaybı bilme iddiasıdır, bir sebebe dayanarak yeryüzünde meydana gelecek bir şeyi haber vermek gibi. Bunun aslı cinlerin meleklerin konuşmasına kulak kabartıp işittiğini kâhinin kulağına ulaştırmasına dayanır." Bu işle uğraşanlara kâhin denir.
Kâhin Lisânü’l-Arap'ta "Gelecek, olacak şeyler hakkında haber veren ve sırları bilme iddiasında bulunan kimse" diye tarif edilir.
Arrâf'a, kâhin dendiği gibi yıldıza bakarak haber verene (müneccim), çakıl yardımıyla gaybı bildirmeye çalışana veya bir başka yola başvurarak ihtiyaçlarını temine çalışana da kâhin denir.
Kehanetin Hükmü
Kehânetle sihrin hükmü birdir. Dînimiz her ikisini de haram kılmıştır.
عن أبى هريرة )رع( قال: قالَ رَسُولُ اللّه: مَنْ عَقَدَ عُقْدَةً ثُمَّ نَفَثَ فِيهَا فَقَدْ سَحَرَ، وَمَنْ سَحَرَ فَقَدْ أشْرَكَ، وَمَنْ تَعَلّقَ شَيْئاً وُكِلَ إلَيْهِ.
(2237)- Hz. Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Kim (sihir maksadıyla) bir düğüm vurur sonra da onu üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirke düşer. Kim birşey asarsa, o astığı şeye havale edilir." [Nesâî, Tahrîm 19, (7, 112).]
وعن صَفِيَّةَ بنتِ أبى عبيد عن بعضِ أزواجِ النبىِ قالتْ: قالَ رَسُولُ اللّه: مَنْ أتَى عَرَّافاً فَسَألَهُ عَنْ شَىْءٍ فَصَدَّقَهُ لَمْ تُقْبَلْ لَهُ صَلاةٌ أرْبَعِينَ يَوْماً.
(2238)- Safiyye Bintu Ebî Ubeyd, Resûlullah (a.s)'ın zevce-i pâklerinden naklen anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Kim bir arrâfa (kâhine) gelir, birşeyler sorar ve söylediklerine de (inanıp) onu tasdik ederse, kırk gün namazı kabul edilmez." [Müslim, Selâm 125, (2230).]
Arrâf, kâhinlerden biridir, yani gaybı bilme iddiasında bulunan kimse. Böyleleri müneccim, kâhin, arrâf gibi farklı isimlerle yâd edilse de haklarında verilen hüküm aynıdır. Mamafih arrâf, çalınan, kaybolan malların yerini bildiğini söyleyen kimselere de denmiştir. Böylelerine bazan cinci de denir.
Gaybı bilmek Allah'a mahsustur. Bu, âyetlerle te'yid edilen bir husustur.
Mekke müşrikleri zaman zaman Peygamberimizden gayb ile ilgili hususlarda bilgi istiyorlardı. Allah Teâlâ onları bu konuda uyarmasını Peygamberine emretmiştir.
قُلْ لَا اَقُولُ لَكُمْ عِنْدى خَزَائِنُ اللّهِ وَلَا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا اَقُولُ لَكُمْ اِنّى مَلَكٌ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحى اِلَىَّ
''(Ey Muhammed) De ki, ben size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahy olunana uyarım." (Enam, 6/50)
Öyle ise gaybı bilme iddiası Kur'an'la mübareze gibi ciddî bir mâna taşır. Hal böyle olunca, bir mü'minin ciddi ciddi kâhine uğraması, onu dinleyip inanması, tasdik etmesi hiçbir sûrette îmanı ile bağdaşmaz, mü'minlik edebine uymaz.
Âlimler, arrâfa gidip, onu tasdik edenlerin namazının kabul edilmemesinden maksadı, namazın sevabından mahrum kalması olduğunu belirtirler. Yani, böyle birisi kâfir olmuş değildir. "Kırk gün boyu kıldığı namaz makbul değildir, bunu iâde etmesi gerekir" diye bir hükme varılmamıştır. "Kırk gün boyu, kıldığı namazların sevabından mahrum kalacaktır" demektir.
(2239)- Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Hz. Peygamber (a.s)'e (yahudîler tarafından) sihir yapıldı. Öyle ki, Resûlullah (a.s) yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken Allah'a dua etti, sonra tekrar dua etti. Ve dedi ki:
"Ey Âişe, hissettin mi, sorduğum hususta Allah bana fetva verdi?"
"Hangi hususta Ey Allah'ın Resûlü?" dedim.
"İki kişi bana gelip, biri başucumda, diğeri de ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine:
"Bu zatın rahatsızlığı nedir?" dedi. Öbürü:
"Büyüdür!" dedi. Önceki tekrar sordu:
"Kim büyüledi?" Diğeri:
"Lebîd İbnü’l-A'sam adındaki Benî Züreykli bir yahudî" diye cevap verdi. Öbürü:
"Büyüyü neye yaptı?" dedi. Arkadaşı:
"Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine!" cevabını verdi. Diğeri:
"Pekala, şimdi nerede?" diye sordu. Arkadaşı:
"Zervân kuyusunda!" cevabını verdi."
Bunun üzerine Resûlullah (a.s) ashâbından bir grupla birlikte kuyuya gitti, ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp: "Ey Âişe! Allah'a yemin olsun, kuyunun suyu sanki kına ıslatılmış gibi (bulanık) ve (o kuyu ile sulanan) hurma ağaçlarının başları da sanki şeytanların başları gibiydi!" dedi. Ben:
"Ey Allah'ın Resûlü! Onu (kuyudan) çıkardın mı?" diye sordum.
"Hayır" dedi ve ilave etti:
"Bana gelince, Allah bana âfiyet lûtfetti ve şifa verdi. Ben ondan halka bir şer gelmesine sebep olmaktan korktum!"
Rasulullah onun gömülmesini emretti ve yere gömüldü". [Buhârî, Tıbb 47, 49, 50, Cizye 14, Edeb 56; Müslim, Selâm 43, (2189).]
وعن زيد بن أرقم )رع( قال: سُحِرَ النَّبىُّ (صعم) فَاشْتَكَى لذِلِكَ أيّاماً. فأتَاهُ جِبْرِيلُ فقََالَ إنَّ رَجُلاًمِنَ اليَهُودِ سَحَرَكَ، عَقَدَ لَكَ عُقَداً في بِئْر كَذَا وَكَذَا. فَأرْسَلَ رَسُولُ اللّهِ عَلِيّاً)رع( . فَاسْتَخْرَجَهَا فَحَلَّهَا. فقَامَ (صعم) كَأنَّما نَشِطَ مِنْ عِقَالٍ. فَمَا ذََكَرَ ذلِكَ الْيَهُودِىَّ وَلا َرَآهُ في وَجْهِهِ قَطُّ. أخرجه النسائى
(2240)- Zeyd İbnu Erkam (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s)'a sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta düştü. Sonunda Cebrâil aleyhisselâm gelerek:
"Seni yahudilerden bir adam sihirledi. Yaptığı sihir düğümünü falanca kuyuya attı" dedi. Resûlullah (a.s) Hz. Ali (r.a)'yi (bu maksadla oraya) gönderdi. Ali (r.a) düğümü oradan çıkarıp çözdü. (Sihir çözülünce) Rasulullah bağdan kurtulmuş gibi kendine geldi. Resûlullah (a.s) bunu, o yahudîye zikretmedi ve onun yüzünü de hiç görmedi." [Nesâî, Tahrîm 20, (7, 112-113.]
Fal
Falcılık da kehanet gibi gelecekten haber verme yöntemlerinden birisidir. Falcı bu yöntemi kullanarak gelecekten bilgi verdiğini iddia eden kimsedir.
İnsan, tarihin her devrinde ve her toplumda geleceğe ait olayları önceden öğrenmek istemiştir. Kehanet ve falcılık, insanın bu arzusuna bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Arapların Ezlâm -fal okları-, remilleri (nokta ve çizgileri) ve tencimleri (yıldızlardan bilgi alma) gibi şeyler, hep birer kehanet araçlarıdır.
Geleceğin karanlıkları içinde saklanan mukadderatı görmeye insan zekâsının yetmediği zamanlarda kişiler ve toplumlar için takdir edilmiş olan olayları öğrenmek maksadıyla böyle aslı olmayan vasıtalara başvurulmuştur. Bugün bile ilim ve teknolojinin ileri bir seviyede bulunduğu toplumlarda kehanete inananlar ve bunu sanat haline getirenler bulunmaktadır. Nitekim çeşitli toplumlarda yıl başında yeni yılın neler getireceği konusunda türlü türlü efsanelerin yayınlandığı görülmektedir.
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Ey imân edenler! Muhakkak ki içki, kumar, putlar ve kısmet için çekilen zarlar şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. Artık ondan kaçınınız ki, felâh bulabilesiniz. (Maide, 5/90)
Araplar arasında fal okları (Ezlâm) ile yapılan falcılık çok yaygın idi. Bu oklar üç parçadan ibaretti. Bunlardan birinde ''Yap", öbüründe ''Yapma" yazılı idi. Üçüncü ok da boştu. Bir iş yapmak isteyen veya yola çıkmayı düşünen kimse, bu işin ve bu yolculuğun kendisine yarar sağlayıp sağlayamayacağını bu oklarla anlamak isterdi. ''Yap" yazılı ok çıkarsa, yapmak istediği işi yapar veya yola çıkardı. "Yapma" yazılı ok çıktığında, o işi yapmaz veya yola çıkmazdı. Boş olan okun çıkması halinde ise, yazılı ok çıkıncaya kadar fala devam edilirdi.
İşte cehalet devri insanının anlayışı. Oysa Kur’an ne diyor;
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَا اِلَّا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فى ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فى كِتَابٍ مُبينٍ
Ve gaybın anahtarları O'nun (Cenâbı Hakk'ın) yanındadır. Onları O'ndan başkası bilemez. Ve karada ve denizde ne varsa bilir. Bir yaprak düşmez, ve yerin zulmetleri içinde bir habbe de bulunmaz ki, illâ O'na bilir. Ve bir yaş ve bir kuru da yoktur ki, illâ apaçık bir kitaptadır. (En’am, 6/59)
İslam'da Teşe'üm (uğursuzluk) Yoktur Tefe'ül Vardır
(Su-i zann edip isabet etmektense, hüsn-ü zann edip yanılmak evladır)
وعن أنس (رع) قال: قالَ رَسولُ اللّهِ:لاعَدْوَىوَلاطِيَرَةَ، وَيُعْجِبُنِي الْفَألُ قالُوا: وَمَا الْفَألُ؟ قالَ: كَلِمَةٌ طَيِّبَةٌ.وزاد البخاري، قال: وَيُعْجِبُنِي الْفَألُ الصَّالِحُ، الْكَلِمَةُ الْحَسَنَةُ
(4094)- Hz. Enes (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki: "Ne sirayet (bulaşma), ne de uğursuzluk vardır. Benim fe'l hoşuma gider." Yanındakiler sordu: "Fe'l nedir?""Güzel bir sözdür!" buyurdu."Buhârî'nin rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Resûlullah (a.s): "Benim, dedi, fe'l-i sâlih, güzel bir kelime hoşuma gider." [Buhârî, Tıbb 44, 54; Müslim, Selam 113, (2224); Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3916); Tirmizî, Siyer 47, (1615).]
Yıldız, kahve, bakla ve iskambil kağıdı gibi araçlarla yapılan falcılık tamamen batıldır ve dinen yasaklanmıştır.
Falcıya, medyuma ve bakıcıya inanmak da mezmum davranış ve akidelerdendir.
Kısmetim açılmıyor, yuvamızda mutluluk yok, hangi işe el atsam başarısız oluyorum, gireceğim, eşimle geçinemiyorum, eşimin gözü dışarıda, çocuğum olmuyor, kayınvalidemle aram iyi değil, sınavda durumum ne olacak, kiminle evleneceğim, bu işte başarılı olabilecek miyim… gibi daha pek çok sıkıntı ve beklentilere çözüm sabır ve tahammül ile değil, büyü, sihir ve fal yoluyla aranmaktadır. Halbuki hayat sabır ve şükürden ibarettir.
Gayb nedir.
Yukarıdaki ismi geçen kimselerin verdiği haberler ihbar-ı gayp mıdır.
Cinlerin fevkalade özellikleri: Ömürlerinin çok uzun olması, fevkalade sürat yeteneğine sahip olmaları, istedikleri birçok şekil ve surete bürünebilmeleri.
Olmuş ve hali hazırdaki olayların bilinip bildirilmesi gayb değildir.
Gayb olacaklardan haber vermektir. Bu da tamamen Allah'a aittir.
Sihir ve kötü ruhlar bir hakikattır. Bunlardan korunmanın yolları: İbadet ü taat, temizlik ve taharet, dua ve münacat (felak, nas, ayet el-kürsi,)
İslam dini müntesiplerini tevhid akidesi, akıl ve bilim doğrultusunda; yaşadığı her çağın problemlerinin üstünde olan bir ruh haline büründürerek, mutlu kılmayı amaçlar. Bu dinde hurafelere, sapkın anlayışlara ve derin açmazlara yer yoktur. İman vardır, salih amel vardır, tevekkül vardır ve ümid vardır. Mü’min işte böylesine güzel donanımlı bir insandır.
Not: Bu metin, İbrahim Canan'ın Kütüb-ü Sitte Muhtasarı adlı eserinden istifade edilerek hazırlanmıştır. A. Özmen