Son bir yıldır İstanbul’a bir haller, havalar bir hoş oldu, sanki… Kışın kar yağmaz yağmur desen eh işte… Fakir sevindiren cinsinden. Nisan yağmurları şarkılarda kalan bir hatıra, yaz yağmurları da biz özlem oldu sanki… Tutturmuşlar bir “Küresel ısınma” kavramı televizyonlardan, radyolardan, gazetelerden beynimin en ücra noktalarına kadar zoraki bir yaptırım gibi beni zorlamakta…
Sanırım şarkılardan ya da büyüklerimizin dudaklarından dökülen romantizmin kırıntılarından olan yağmurla ilgili hatıralarımızı biz yaşayamayacağımız gibi gelecek nesillere de aktaracağımız güzel hatıralarımızdan olmayacak galiba…
Aslında yağmur İstanbul’a inmedi. Medyayı biraz daha takip ettiğimizde sular seller akan şehirlerimizde yok değil hani… İşte bunlar biz ümitvar ediyor ve yağmurun şehre gelmesinin hasreti ile tutuşuyoruz.
Yağmur konusuna nerden geldiğime gelince… Sıkıntılı bir yaz günü nem oranının giderek insanı bir damla da olsa soğuk suya hasret tutan anlarından birinde kitaplığın önünde durmuş bakınıyorum.
Vücudumu saran yoğunlaşmış sıcaklığın etkisi ile raflarda duran kitaplara bakıyorum. En azından balkonda otururken bir “şey”ler okuma arzusundayım..
İçimden geçen “ııhhh”larla “bu olmaz, şu olmazlarla” gözlerin kitap sırtlarında gezerken elim şartlanmışçasına “üstad”ın kitaplarına doğru uzandı.
Nedense üstadı okumaktan farklı bir haz alıyordum. Geçenlerde katıldığım bir “gençlik şöleninde “ genç”tir kardeşimin okuduğu “SAKARYA” şiirinin o denli güzel yorumlanması ile Necip Fazıl üstadın şiirlerine karşı ilgim daha da artmıştı. Sanki her şiir kulaklarımda o yorumu oluşturuyordu.
Balkonu dolduran çiçeklerle dolu köşeye yakın oturmuş, kitabın sayfalarını karıştırıyorum. Hayat hikâyesi, sohbetleri, konuşmaları derken şiirlerin arasında gezinir oldum. Kaldırımlar, Sakarya derken kulaklarımda çınlayan sesler bir ümidin, beklentinin, özlemin en güzel bir habercisi gibiydi.
“Yağmur yağıyor” sevinç çığlıkları sokağın haşarı çocukları ile tüm evlerin pencerelerinden içerilere girdi. Balkonlardan, pencerelerden uzanan başlar “Allaha Hamd olsun yağmuru gördük” diye birbirlerine memnuniyetlerini belirtirken gözlerim kitapta yer alan “BU YAĞMUR” şiirinde geziniyordu.
BU YAĞMUR
Bu yağmur, bu yağmur bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak yağan bir yağmur.
Bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince,
Aynalar yüzümü tanımaz olur.
“yağmur” kıldan ince de olsa kalın kalın bardaktan boşanırcasına yağsa insanlar için bir umut olmaktan öte hem sevinç hem korku oluşturmuştur. Bu yağmur kimi zaman gönül selinin görüntüsünü oluştururken kimi zamanda bu ömrüm “yağmur gibi geçti” ile ifade edilmektedir. Islanmayı, sel gibi fiziksel olayları bir kenara bırakacak olsak canlıların dirilişine sebep olmasındaki güzelliğe ne demeli.
Kış mevsiminden çıktığımız her ilkbahar günü bahçemizde bulunan ağaçların ilkbahar yağmurlarının ardından nasıl gürül gürül yeşile dönmesi beni etkilemişse benden çok yaşlı insanların bu yağmurda ıslanıp genç olmalarının, bitkiler gibi yeniden yeşermesinin olmazlarla dolu olan çelişkisi hep düşündürmüştür, beni…
Ömür, dün kundakta, sonra ana kucağından ilkokula geçişimde ve bugün genç kızlığımın ilk yıllarında tattığım ve büyüme ile geçen zamanın en heyecanlı yerinde beni imtihanlara sürüklemekte, biliyorum. Biliyorum ama geçen zamanın yağmur gibi kimi zaman “yumuşak” kimi zaman “ince” ve kimi zamanda beni bugünden çok farklı bir şekle sürüklemesinden korkuyorum.
Yaşlılar neden “yağmur” sevmez. Yağmur tabiata verdiği canlılığı insanlara vermez de ondan mı? Gençler yağmurun altında sırılsıklam olmanın keyfini yaşarken yaşlıların yağmuru cam gerilerinden korkarak, ürpererek izlemeleri içten gelen bir öfkenin sonucu mudur, çözmedim.
Yaşı geçkince olanlar hep “yağmur”dan söz ederken biraz daha yaşlanmış olmanın üzüntüsünü yaşamakta… Zaman ve yağmur. Onların gözlerinden akan iki düşman gibi sanki.. Görmeye alıştıkları “yağmur” bir gün bitince yaşamlarının sona ermesinden korkmaktalar,adeta..
“Kundak bir kefen ölüme doğru, kefen bir kundak yeniden doğuşa doğru diyenler aslında hiçte haksız değiller… Pekala, “yeniden doğuş” mutluluğa huzura ve sonsuzluğa olacaksa neden bu kasvet, bu nefret be kin…
Ömür ve yağmur, zaman ve sağanak kardeş iki kavram gibi. Üstad necip Fazıl’ın şiirinde devamla anlattığı mısralarda ise ifade ettiği işte bu düşüncenin eşsesliliğidir.
Bu yağmur kanımı boğan bir iplik,
Tenimde acısız yatan bir bıçak.
Bu yağmur yerde taş ve bende kemik,
Dayandıkça ağır ağır yanacak.
İnsan bu; amellerinin sınırı olmadan yaşamak ister. Ölüm çok ötelerde sanır. Ama bir gün yıllardır üzerinde taş, toprakla etli kemik oluverir.. Sarar sarmalar insanı .. Ya sevgiyle ya da nefretle kucaklar onu, toprak… Sevgi kelimesi insanı o denli rahatlatır ki toprakta olsa insan bekler bunu.. Bunu hak etmenin yolu da rehber Kuran-ı Kerim öncülüğünde peygamber Hz Muhammed Aleyhisselamın liderliğinde Allah’u Tealanın rızasını kazanmakla olur. Üstadın ağır ağır yanacak diye insanın dik tutan kemik ve döşek olacak toprakta yaşayacağı sıkıntıyı belirtmesinde ben “Allahu Teala rızasıyla” dolu bir yaşantı sonunda alev alev saracak cennet kokusu olacaktır. Bu da insanın elinde olandan başka bir çaba sonucu değildir.
Bu yağmur, soğumuş yarada kezzap,
Sabrın memesine yapışmış sülük,
Ne başı, ne sonu olmayan azap,
Yandıkça gelişen sihirli kütük.
“Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır. Sabredenler müstesna… ” İman, Salih amel, hakkı tavsiyenin ardından hüsrandan kurtulmanın, iflastan kayıplardan kurtulmanın tek ilacı sabır… Yağmur, ya da insan ömrünün gelip geçmişliği ile kabirde tufan sonrası çekilen eziyetten kurtulmanın yegâne ilacı Vel asr’ da toplanmıştır. Başı ve sonu olmayan azap, kezzaplardan, ateşlerden insanın ne kadar ne zamana kadar yaşayacağı bilinmeyen cehennem günlerinden nefsin esiri olmanın cezası olarak karşısına çıkacağı zaman çekilen feryatların anlamsızlığı ortaya çıkacaktır.
Bu yağmur, tufanı belki de Nuh’un
Ve gölgede yüzen odam, gemisi,
Akrebi, çıyanı, böceği ruhun,
Ne varsa meydanda, meydanda hepsi.
Toprak azaptan önce insanı saracak. Kabir melekleri belki de kimin ümmetisin diye sorduğunda bir kurtuluş gemisi aranacak. Ama boşuna bir çaba, boşuna bir gayret… Ne Nuh Tufanından dağa kaçmanın boşuna çabası, ne haşaratın insanı yok etmedeki savaşı yağmurun, boşa akıp giden ömrün faturasına bedel olacaktır
Bu yağmur, delilik vehminden üstün,
Karanlık kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün,
Sularsan, seslerden ve gecelerden.
Sıkıntı, ölümden sonra yaşanacakları düşünmenin sonucu… Kimin için tabii ki aziz ve celil olan Allah’tan korkanlar için. Dünyada iken ameline güvenmeyenlerin, imanın Allah katındaki derecesini bilemeyenlerin ve tüm ödülü Allah’tan bekleyenlerin sıkıntısı kabre girmekle bitecektir. Kabir ameli düzgün olanların rahat döşeği, kabir ebedi saadete gidenlerin ilk durağı…
Bir ses; “Yağmur durdu” dedi. Daldığım düşüncelerden kendini bulutlara doğru çeken yağmur misali çekerek yaşama döndüm.
Bu yağmur bir yaşamın başlangıcı, süre geleni ve sonu gibi ömrün tüm şekli oldu. Ve yaşamdan sonra ebedi hayatın nasıl olacağının işareti gibi “geldi, geçti ömrüm benim” demeden zararın neresinden olsa kurtulup hüsranların, ziyanda olanların durumuna düşmeden önce iman edip Salih güzel ameller işlemekte yarışmalıyız. Ve mümin kardeşler olarak birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye ederken örnek, öncü bir neslin öncesi olarak inanmayanları inançsızlık denizinden kurtarmaya çalışmalı, gayret etmeliyiz.
Tüm yaratılanları kurtarmanın gayreti ile “ Hayyeallel felah, haydin kurtuluşa”diye davete çağıran minarelerden gelen sesle secdeye varmanın mutluluğunu yaşamak…
Secdedeyim sevgiliyleyim…
“Bu yağmur”lar bitmeyecek.
DİLARA NUR KARA - 18.02.2010