Bismillahirrahmanirrahim.
Her şeyi bilen Allah!ın kulları olarak önce şunu net olarak açıklayabiliriz ki, herkes her şeyi bilecek değildir. Zira her şeyi bilen Allah-u Teala'dır. Ona has bir özelliği kalkıp insanlara mal etmeye çalışarak, falanca her şeyi biliyor demek saçmalıktır. Düşüncesizce söylemektir ki, peygamberlerin (aleyhisselam) yaşamlarına baktığımızda kendisine sorulan soruların bir çoğuna "Bunu Allah Bilir ya da Doğrusunu Allah bilir", diyerek bilmediklerini dile getirmişlerdir.
Şimdi, buna nereden değindiğimize gelince en fazla tartışılan, hakkında en çok konuşulan hakkında bilen bilmeyenin yorum yaptığı, ileri doğru konuştuğu konuların en başında "din" gelmektedir.
Din hakkında konuşan o kadar çok kişi vardır ki, spor karşılaşmaları hakkında yorum yapanlardan fazladır.
Sokaktaki insandan kürsü görmüş okumuşa kadar herkes din hakkında konuşur da konuşur.Günümüz sosyal medyanın yaygınlaşması sonucunda buna o kadar imkan tanımıştır ki, herkes her konuda fetva vermeye başlamıştır. Hatta o kadar ileri gidiliyor ki Diyanet İşleri Başkanlığında memur olarak çalışan herkes kendini alim sanmaya başlamıştır. Cami müezzininden Diyanet'in başında bulunan hemen herkes fetva makamı olmuştur. Kurum içinde gerçekten ilim sahibi olanları bu konuda tenzih ediyoruz lakin bugün fetva kurulu içerisinde yer alanların bile birer "topal alim" olduğunu söylersek hata etmiş olmayacağımızı dile getirebiliriz.
Size bugünün fıkıh alimlerinin neden topal alim olduğunu kanıtlayacak , onların dün söylediklerinin bugün bugün söylediklerinin dün söylediklerinden ne kadar farklı olduğunu izah etmeye çalışmayacağız.
Aslında son yıllarda ilahiyat mezunu olup da dini kurumlarda boy gösterenlerin iyi bir eğitim almadan makamları, masaları torpil ile, hatır ile, şansa aldıkları bir kaç puanla nasıl işgal ettiklerinden de söz etmeyeceğiz.
Eksik ilim sahibi olup da makam mevki dolduran kadılarla makam mevki işgal eden fıkıhçıların durumunu yüzyıllar önce yetişen gerçekten eli değil ayakları öpülecek olan alimlerden mekanları cennet olmasını dilediğimiz bir alimin rahmeti Rahman'a kavuşmuş olan Katip Çelebi hazretlerinin şu ifadeleriyle izah etmeye çalışacağız.
GEOMETRİ BİLMEYEN MÜFTÜ
Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk adlı eserinin mukaddimesinde aklî ilimlerin lüzûmunu açıklamaya çalışır. Burada verdiği örneklerden ikisi, bir kadı ve müftünün hendese bilip bilmemesi ile alâkalıdır. Kâtip Çelebi, kabiliyetli kimselerin aklî ilimler ile riyâziyâtı öğrenmek için ciddi çaba harcamaları gerektiğini vurgular. Kâtip Çelebi’nin aklî ilimlere bakışı “ilmin zararı olmaz, zemm ü inkâr eylemeyeler, zîrâ bir şeyi zemm eyleseler ol şeyden bu‘d u hirmâna sebeb olur” şeklindeki ifadesinde görülebilir Kâtip Çelebi aklî ilimleri öğrenmenin öneminin pratikteki karşılığını ortaya koymak için bazı misaller de verir. Geometri bilen ve bilmeyen müftünün fetvası ile geometri bilen ve bilmeyen kadının hükmü.Kâtip Çelebi, bu iki problem yardımıyla geometri bilmenin, alan ve yüzeyleri doğru bir şekilde ölçebilmenin önemini göstermeye çalışır.
Birinci örnek: Hendese (Geometri) bilen müftü ile bilmeyen müftünün fetvasıdır.
Bir kimse eni, boyu ve derinliği 4 zirâ olan bir kuyuyu kazmak için bir işçiyi sekiz akçeye tutmuştu. İşçi eni, boyu ve derinliği iki zirâ olan bir kuyu kazdı, karşılığında da dört akçe istedi. Müftüden fetva istediler. Hendese bilmeyen müftü “dört akçe hakkıdır” dedi. Hendese bilen müftü ise “hakkı bir akçedir” diye fetva verdi. Doğrusu da budur; çünkü iki zirâ, kuyunun sekizde biridir.
İkinci örnek: Hendese bilen kadı ile bilmeyen kadının hükmüdür.
Bir kimse uzunluğu ve genişliği yüz zirâ olan bir tarlayı başka birine satıp, teslim ederken bu tarlaya karşı uzunluğu ve genişliği ellişer zirâ iki tarla verdi. Aralarında anlaşmazlık vaki oldu. Kadıya vardılar. Kadı hendese bilmezdi. “Hakkı budur” diye hükmeyledi. Sonra hendese bilen kadıya aynı davayı getirdiler. “Bu hakkının yarısıdır” dedi; hakkı da budur. Bu işlerin aslını bilmeyi murat eden riyaziyat görmeye heves eyleye.
Görüldüğü gibi birinci problem hacim ikincisi ise alan ölçümü konusuyla ilgilidir. Bu konularda yeterli bilgiye sahip olmayan kişiler yüksek ihtimalle problemdeki geometri bilmeyen müftü ve kadının vereceği cevapları vereceklerdir. Dikkatlice düşünüldüğünde ise uzunlukların yarılanmasının üç boyutta sekizde bir, iki boyutta ise dörtte birlik durumları meydana getireceğini anlamak zor olmayacaktır ( (Katip Çelebi, Mîzânü’l – Hakk Fî İhtiyâri’l – Ehakk (Türkçeleştirenler: Orhan Şaik Gökyay / Süleyman Uludağ ), s.22-23, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2008))
Sonuç;
Bugün İlahiyat fakültelerindeki derslere baktığımızda Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Kuran Okuma ve Tecvid, İslam İnanç Esasları, Türk İslam Sanatlar Tarihi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Sistematik Kelam, İslam Ahlak Esasları ve Felsefesi, İslam Mezheplerinde Zihniyet Tahlilleri, Çağdaş İslam Hukuku, Karşılaştırmalı İslam ve Batı Düşüncesi, Arapça Dil Eğitimi, Dini Musiki, Arap Edebiyatı, Atatürk İnkilapları, Ebru, tezhip, Hat ve spor vs. olduklarını görürüz.
İçerisinde bilime, fenne ve matematiğe yönelik bir ilim yoktur. Ve bu bilgileri ta İmam hatip Liselerinden itibaren terk eden bir insanın ne fetvası, ne vaazı, ne fıkhi bilgileri tam değildir. Bunlar olmadığı için Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinin sohbetlerinde, dini soru ve cevaplarında neden tökezlediğini da ortaya koymaktadır.Bunun için ilahiyatçıların bilhassa din konusunda bilgisine başvurulacak olanların çok ama çok iyi yetişmiş kişilerden seçilmesi, ilahiyat eğtimine fen ve matematik ilimlerinin de eklenmesi gerekmektedir.
Erol Kara - 04.01.2020 Güncelleme 28.10.2022