Ayşe hanım torunlarını çok özlemişti. Bir hafta kalmak niyetiyle oğlunun evine misafirliğe gelmişti. Gelirken köyden kendi elleriyle yaptığı süzme yoğurt, tereyağı, köy peyniri, tarhana, bulgur gibi yiyeceklerden de getirdi.
Oğlu Ahmet ile gelini Semra İstanbul’da yaşıyordu. Gelini Semra, şehirde büyümüştü. Farklı bir aile yapısında yetiştiğinden midir, nedir, davranışları biraz tuhaf geliyordu Ayşe hanıma… Ama ne yapsın, oğlunu üzmemek için pek bir şey demiyordu.
O akşam sofraya oturdukları zaman yine bazı şeyler Ayşe hanımı çok üzdü. Mesela gelini ve torunları yiyecekleri israf ediyorlardı.
Tabaklarda bitirilmemiş yemekler, pilavlar… Masa üzerinde bırakılmış ekmek parçaları… Bardağın yarısına kadar içilip bırakılmış içecekler. Bunların hepsi çöpe dökülmüştü.
Bu hali görünce Ayşe hanımın içi sızladı. Bir yandan bu nimetleri sofraya getirmek için çalışıp emek harcayan oğluna kıyamamıştı. Bir yandan da bu israfın vebali sebebiyle Allah'tan korkmuştu. Bu manzara bir Müslümanın sofrasına asla yakışmıyordu.
Ayşe hanım huzursuzluk çıkmasın diye kendini zor tuttu. Ama bir yandan bu hale üzülmeden edemiyordu. Kendisi de dini konularda çok fazla bilgiye sahip değildi ama ailesinden görüp, duyup, öğrendiği bir sofra edebi vardı. Eski zamanlarda en cahil bir anne bile, sofrada çocuğuna edep dersi verirdi.
“Tabağını bitir, ekmeği yiyeceğin kadar al, nimetleri israf etme!” derdi. Hep böyle duymuşlardı büyüklerinden. Kendi anne babası da ona:
“İsraf edersen nimete nankörlük etmiş olursun. Allah nankörlük edenleri sevmez, nimetleri elinden alır,” demişti. O zamanlar çocuklar da anne baba sözü dinlerdi. Ama şimdiki nesilde bu terbiye kalmamıştı anlaşılan.
Ertesi sabah kahvaltıda da aynı manzara tekrarlandı. Üstelik Ayşe hanımın kalbi bu sefer çok daha fazla kırılmıştı. Çünkü torunları köyden getirdiği, kendi elleriyle yaptığı yoğurdu, peyniri beğenmemişlerdi. Hep marketten aldıkları, içinde ne olduğu belli olmayan bir şeyleri ekmeklerine sürüp sürüp yemişlerdi. Neyse ki oğlu Ahmet,
- Ellerine sağlık anacığım, senin peynirini, yoğurdunu da özlemiştim. Şehirde böyle senin yaptığın gibi doğal ürünler bulamıyorum, demişti de gönlünü almıştı.
Ahmet eski günlerden bahsederken de,
- Ah ne günlerdi. Yokluk vardı, her şey böyle bol değildi ama her şeyin tadı vardı, demişti. Ne güzel söylemişti.
Bolluk Azgınlığa Sebep Olmasın!
Birçok psikolog, pedagog ve eğitimcinin üzerinde birleştiği bir görüş var: “Günümüzde çocuklar hiç mahrumiyet çekmedikleri için hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar. Çünkü anneler çocuklarını aşırı merhametle ve rahata alışkın bir şekilde yetiştiriyor.”
Gerçekten de bugün çocuk yetiştirme konusunda yapılan en büyük hatalardan biri, çocuğa nimetlerin kıymetini öğretmemek. Zaten bugünün şartlarında büyüyen bir çocuk, eski zamanlarda yetişen çocuklar gibi hayatın zorluklarını bilmiyor. Açlık nedir tatmamışlar. Yedi kardeşle bir tabak pilava kaşık sallayarak karın doyurmak ne demektir, görmemişler. Kış ayları boyunca tarhanadan, bulgurdan başka yemek görmemek ne demektir, bilmiyorlar. Büyük çoğunluğun yediği önünde, yemediği arkasında…
Hatta hareketsiz hayat içinde devamlı lezzetli çerezler atıştırıp durdukları için acıkmalarına da fırsat kalmıyor.
Bolluğun yanı sıra bir de serbestlik ve şımartma derecesine varan şefkat anlayışı var. Günümüzde her şey çok fazla çocukların isteklerine göre düzenleniyor. Anneler çocukların canı hangi yemeği istiyorsa onu pişiriyor. Evdeki yemeği yemezse cebine harçlığını koyuyor, dışarıda yemesine izin veriyor. Çocuk hangi kıyafeti isterse alıyor. Velev ki aile bütçesi zorlanacak olsa bile fazladan fedakarlık yapılıyor, çocuğun istediği markalı kıyafetler alınıyor.
Çocuklar okula servislerle gidiyor, üşümek nedir, yürümek nasıldır bilmiyorlar. En lüzumsuz istekleri bile alınıyor, mahrumiyet diye bir şey tatmıyorlar. Bu sebeple de bunların kıymetini bilmiyor, yokluğunu çekenleri anlamıyor, bu imkanları sunan ailelerinin fedakarlıklarını takdir etmiyorlar.
Çocukların ellerinde akıllı telefonlar, tabletler, diz üstü bilgisayarlar. Sadece eğlence peşinde koşuyorlar. İnternet sitelerinde komik videolar izleyip gülüyorlar. Başkalarıyla dalga geçmeyi ve küçümsemeyi marifet olarak görüyorlar. Yeni nesilde bir kalp katılığı, umursamazlık, şımarıklık, bilgiçlik ve bencillik göze çarpıyor.
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Allah, kullarının rızkını bollaştırsaydı yeryüzünde azgınlıkta bulunurlardı ve fakat o, ne kadar dilerse o kadar indirir; şüphe yok ki o, kullarından haberdardır, onları görür.” (Şura, 27)
Gerçekten de bugün şahit olduğumuz manzara bu gerçeği doğruluyor. İnsanoğlu yoklukla, darlıkla imtihan edildiği zaman elindeki az şeyin kıymetini biliyor. Ama bolluk ve rahatlıkla imtihan edildiği zaman kişiliği bozuluyor, şımarıyor, azgınlaşıyor.
Bugün birçok gencimiz, annesinin pişirdiği yemeğe bile burun kıvırıyor, dışarıdan hazır yemek getirmek istiyor. Hamburgerinden birkaç ısırık alıp çöpe atanlar az değil. Nimetlerin kıymetini bilmemek, israf etmeye, israf da duyarsızlığa sebep oluyor.
İsraf Bencillik İşaretidir
İsraf yaygınlaştıkça önemsiz görülüyor, ufak bir kabahat yerine konuluyor ama aslında israf, kişinin kalbinde merhamet, kıymet bilme, sorumluluk, takva duygusu, kısaca kulluk şuuru olmadığını gösteriyor.
Bugün tabağındaki pilav tanelerini rahatça çöpe atabilen çocuk, yarın elbiselerini beğenmiyor, cep telefonunu beğenmiyor. Ondan sonraki aşamada insan kıymeti bilmiyor. Anne babasına artık ihtiyacının kalmadığını düşünerek sırt çeviriyor. Eşini aldatıyor, çoluk çocuğunu yüz üstü bırakıyor, vatanını terk ediyor… Sadece bencilce arzuları için yaşıyor. Bunlar günümüzde yaşanan manzaralar, öyle değil mi?
Aslında çocukları bu şekilde yetiştirmek en çok onlara zarar veriyor. Görünüşte kendini beğenen bu genç aslında kendini de israf ediyor. Allah-u Zülcelâl ona birçok kabiliyetler vermiş, bunları Âlemlerin Rabbine kulluk etmek için değerlendirirse büyük mükafat vaad etmiş. Ama kendisine verilen bu kabiliyetin de kıymetini bilmiyor, nefsine köle oluyor, böylece kendini de israf ediyor. Ebedi saadeti kazanma şansını kaybedip büyük bir pişmanlık yaşıyor, Allah korusun.
Peki hiç düşünüyor muyuz, bu gençlerle bizim geleceğimiz nasıl şekillenecek? Bu gençler bizim istikbalimiz; bu ülkeyi daha ileriye taşımaları gerekiyor. Üzerimizde oynanan oyunları boşa çıkaracak, şuurlu ve iradeli bir nesle ihtiyacımız var.
Öyleyse Ne Yapmalıyız?
Öncelikle anneler olarak bizler çocuklarımıza karşı yanlış bir şefkat anlayışıyla yaklaşmamalıyız. Evet Allah-u Zülcelal annelerin fıtratına acıma ve kıyamama duygusunu bolca koymuş. Bunda bir hikmet de var, çünkü çok aciz ve muhtaç olan bebeklere, küçük çocuklara bakmak çok sabır ve merhamet ister. Ama çocuklar büyüdükçe onlara terbiye verip yetiştirmek ve hayatın gerçeklerine hazırlamak gerekir.
Bunun için:
* Çocuklarımıza aşırı düşkünlük göstermeyelim. Her istediklerini yapmayalım. Her istediklerini almayalım. İstedikleri şeylerin karşılığında bazı şeyler yapmalarını isteyelim. Her şeyin bir bedeli olduğunu öğretelim.
* Nimetlerin kıymetini öğretelim. Mesela çocuklarımızın önüne koca bir tabak koyup, yemekle doldurmayalım. Son yıllarda kap kacak üreticileri tabakların, bardakların boyutunu çok büyüttüler. Eskiden dede ve ninelerimiz küçücük kahve fincanları, ince belli çay bardakları, kibar aşure kâseleri kullanırdı. Batıda insanlar oburlaştıkça tabakları, kupaları, bardakları büyüttüler. Bunları doldurunca, yiyip bitirmek ayrı israf, artık kalınca dökmek ikinci israf…
Küçük kap kacak alıp, azar azar yiyecek koyalım, midelerimizi doldurmayalım. İnsan Peygamber efendimizin emrettiği gibi doymadan kalkarsa nimetin kıymetini daha iyi bilir.
* Çocuklara sofrada Allah'a şükretmeyi, anneye “Eline sağlık,” demeyi, babaya teşekkür etmeyi öğretelim. Bunların söz ile söylenmesi de önemli bir edeb talimidir. Söz ile söylemek zihni uyarır, farkına varmaya vesile olur.
* Çocuk terbiyesinde babalara daha fazla yer verelim. Babalar çocukların gözünde daha güçlü, saygı uyandırıcı ve kuralları daha kesin olan kişilerdir. Anneler bir kural koysalar da çocukların mazeretleri ve şikayetlerine dayanamayıp sık sık kuralları esnetirler. Bu da çocuğun disiplinli bir şekilde yetişmesini engeller. Ancak babalar kurallarında daha kararlı ve kesin olur, kolay kolay taviz vermezler. Bu sayede çocuk kendi nefsinin arzularına göre hareket edemeyeceğini öğrenir.
* Ailenin reisi olan babalar, çocuklara öncelikle iyi örnek olmalı, mesela yemek seçmemeli. Aşırı sertlik göstermeden, ahlaki kuralları uygulamalı ve öğretmeli. Babaların bu çabaları anneler tarafından da desteklenmeli. Anne babalar birbirinin emeğini takdir ederek, birbirlerine teşekkür ederek çocuklara örnek olmalı.
* Yemekler evde, birlikte yenmeli. Dışarıda yemek adet haline getirilmemeli. Birlikte yemek, bereket vesilesidir. Çünkü yemeği birlikte yiyince kişinin sadece midesi doymaz, kalbi de sevgiyle doyar. Sofrada, güzel sözler konuşma konusunda da aile büyükleri örnek olmalı. Mesela “Rabbimiz bizim için ne kadar leziz nimetler vermiş,” Gibi cümleler kurmak güzel olur.
* Çocuklarımıza sofra adabını sabırlı ve yumuşak bir üslupla kazandırmalıyız. Sofra adabı çocuğa hayatı boyunca ona lazım olacak, eline, diline ve kendine hakim olma becerisini kazandırır. Mesela çocuğumuza kardeşlerinin hakkını düşünmeyi, adaletli olmayı öğretmeliyiz. Başkalarının hakkını düşünmek, sofra adabıyla başlar ve sonra bütün bir hayata yansır.
* Edeb eğitimi aynı zamanda çocuğu hayata hazırlamak demektir. Hayat bazen bize her istediğimiz şeyi sunmayabilir. Bazen daha azına kanaat etmeyi, bazen de pek hoşlanmadığımız şeylere sabretmeyi öğrenmemiz gerekir. Çocuğumuz bugün sevmediği yemeği yemeye sabredemezse yarın haramlara karşı nasıl sabırlı olacak?
Kısacası sofra sadece yemek yenilen bir yer değil, aynı zamanda en temel ihtiyacımızı giderirken bile belli bir edebe sahip olma, nefsimizi terbiye etme yeridir. Bu hususta anne babalar özenli olmalıdır.
Kaynak : İslami Hayat