@erolkaranet'te Aradığınız Kelime veya Konuyu Buraya yazınız!

erolkarasiteleri

                                                                                                   "

Banner

O İstanbul ki Edwardı Süleyman’ı Etmiş





EDWARD OLDU SÜLEYMAN
Günler tükendi, yıllar bitti…
Ne soylar arttı, Ne soylar tükendi.
İstanbul bu, adını da, şanını da, sesini de duymayan yoktur. Sine-i İstanbul, neler gördü geçirdi. Kimleri barındırdı. Evliyalar ayakbastı, peygamberler sözlerinde onu andı ve o içinde altından göllerini akıttığı, üzerlerinde yerin sarsmayacak tarihlerinin filizlendiği aziz İstanbul…
Hücumlara çokça uğrayan İstanbul, tarih boyunca ilgi çekiciliği, coğrafi konumu, sayesinde adı, kıtalar arası anlam kazanmış. Medeniyetler arası, kültür alışverişi yapmayı sağlamıştır. Bu sebeple ki, İstanbul’da imparatorluk, dünya da imparatorluk olmuştur. Bunu duyan hücuma geçmiş Konstantiniyye’ye sahip çıkmak liderlik kurmak için…
Edward’da konstantiniyye’ye sahip olmak isteyenlerdendi. Türlü türlü planlar yapmış, Konstantiniyye’nin sahibi olmak için hayal kuranlardandı. Bu istek, imparator Konstantin’in kulağına gittiğinden, idam kararı alınmış, Bütün şehirde aranmaya başlanmıştı. O da askerlerden kaçarak, bir tünele sığınmıştı. Öyle ki İstanbul’un altında gizli tüneller bulunur. Kimi zaman savaşlarda hükümdarlar, papazlar ve şehrin ileri gelenleri kaçmak için kullanır ki bunun en belirgini Tekfur Sarayı’dır.
Edward kültürlü bir yapıya sahip Konstantiniyyede, nerde ne var, ne yok bilirdi. Onunla ilgili kitaplar okurken Hz. Muhammed’in müjdelediği o komutanı öğrenmişti. Kafasını kurcalayıp duruyordu. Bu yüzden insanların kutsal olarak saydığı bir kitap nasıl olurda yalan söyleyebilirdi.
Attığı adımları, iki adımda bir geri adım atıyor, adeta yerinde sayıyordu. Araştırmalarını iyice geliştirmişti. Gün geçtikçe inancı daha da artıyordu.

***

Halk telaşa kapılmış, devlet ayağa kalkmış, silahlanma başlamıştı. Bu ayak seslerini duyan Edward “acaba” dedi. Ve gelen komutanın adını öğrendi. Mehmet, Mehmet’ti komutanın adı…
Asil askerleriyle, dillerindeki narayla, Konstantin zaferi kazanıldı. “Demek ki bu din doğruymuş, yalan değil, bu kutlu komutan, kutsal kitapta adını duyurmuş” deyince. Bilgisi olduğu İslam diniyle ilgili araştırmaya geçmişti.
Ve Mehmet şehre ayak basmış Konstantin tahttan inmişti. Özgürlük sokağa yansımıştı. Konstantiniyye asıl liderini bulmuştu. Edward emeline ulaşamamıştı, fakat bunun içinde üzülmüyordu. Çünkü doğruyu bulmuştu bu sayede. Böyle bir doğrunun yıllar öncesinden bir elçiyle ispatlanması bildiği doğruları alt üst etmişti.
Bir fırsatını bulup o kumandanla konuşması gerekiyordu. Aklında şüpheleri kalmamalıydı. Haklıydı da…
Edward, halkın arasına karıştığı zaman askerler onu tutuklamıştı. Edward korkuyordu, Mehmet’le konuşamayacak diye… Askerlere bir söz söylerse, onu dinlemezler diye korkuyordu. Ama denemeliydi, sonuç ne olursa olsun.
Mehmet huzuruna kabul etmişti onu. Ne din ayrımı yapmıştı nede ırk…
Edward’ı huzuruna kabul ettiğinde, ona karşı hiçbir aşağılama ve eziyet göstermemişti. Bu mütevazilikten etkilenen Edward, müjdelenen komutanın böyle biri olacağına inanarak, şahadet getirdi, İslam dinine girmiş oldu.
Edward, Mehmet’e “Fatih” adıyla hitap ediyor. Ona Konstantiniyye’yle ilgili bildiklerini paylaşıyor, bir nevi kılavuzluk yapıyordu.
Edward Müslüman olduğundan beri adından rahatsız olmuştu. Onu en çok etkileyende, Süleyman peygamber olmuştur. Ki Süleyman, ne hanları, ne sarayları varken ve peygamber iken vefat etmiş, bu dünyanın hükümdarı iken, dünyanın ona da kalmaması ve hükümdarlığını kötüye kullanmamasından da etkilenerek bu isme sahip olmak istemişti. Ve bundan böyle Süleyman olarak tanınmıştır.
Süleyman bilgisinden dolayı medreselerde hocalık yapmış. Konstantiniyye’nin, İstanbul’un kiliselerini, sarnıçlarını, gizli geçitlerini Fatih’e ve bilgi edinmek isteyenlere anlatmıştır.
Süleyman da, Fatih gibi bir İstanbul aşığıydı. O’na şiirler yazmış, kimi zamanda İstanbul’un derdini anlatır gibi kaleminden ağıtlar akıtmıştı.
O İstanbul ki, çeşit çeşit insana ev sahipliği yapan, dertlerini paylaşan,
O İstanbul ki, nice bayrakları göklerinde dalgalandırıp, denizlerinde batıran, kiliselerinde çaldığı çanları, ezan sesi olarak yükselten, Ayasofya’yı cami yapan, en güzel meydanına, sultan Ahmed’in camisine ayıran, denizin ortasında o göz alıcı, kız kulesini ışıklandıran,
Evliyalar şehri, büyük devletlerin başkenti olan, O İstanbul ki Süleyman’ı âşık etmiş Süleyman’ı yola getirmiştir…
Vazgeçmemiştir Süleyman, belki de Konstantiniyye’nin asıl sahibi oldu. Kendi dilini, dinini, ırkını bırakıp bir Fatih oldu. Fatih gibi, nesiller yetiştirdi. O da bir kumandan oldu. İstanbul’a aşkını anlattı.
Bir kesitti belki de hayatından, belki de asıl İstanbul oydu. İstanbul Fatih’le yeniden dirildi, Süleyman’ın kalemiyle hayat buldu. Döküldü kalemlerinden Süleyman’ın;

Ne aşığın var, İstanbul!
Ne dertler taşıdın, ne dermanlar buldun
Ne şanslısın, ey koca İstanbul!
Yiğitler sende dirilirken,
Ölümü sende tattı imparatorlar.
Yıllar sende yaşam bulurken.
Günler sende takvimlere konu oldu.
Ne zamanlısın, ey koca İstanbul!
Tohumlar seninle toprağa düşerken,
Seninle tarihler yeşerdi.
Ne büyüksün, ey koca İstanbul!
Şiirlerde adın, şarkılarda adın
Şairlerin titreyen nağmelerinde, O adın
Ne şöhretlisin, ey aziz İstanbul!…

Roma imparatorlarını, imparator yapan, isimlerini kıtalara yayan, onları şahlandıran, bizleri Fatih yapan ve bizleri göğsünde barındıran, koca İstanbul!… Nicelerini barındıracaksın!… Ne yazmakla bitecek tarihin, ne saymakla bitecek eserlerin, Ne de anlatmakla bitecek güzelliklerin…

Kucağını açtığın dünya, akın akın geliyor sana!
Mevlana gibi dersin sende; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel”
Geliyorlar seni görmeye, değerine değer katmaya…
Yok, senin boş laflara ihtiyacın!
Kendi değerini, kendin koymuşsun, ağırlığın dünyaya bedel!
Sanal etiketlere yok ihtiyacın, markanı kendin yapmışsın!

Senin, altın minareli camilerin, köşeli köşeli taşların, diğerlerinin ’Blue Mosque’ diye adlandırdığı mavi çinili camilerin, Gökdelenlere örnek dikili taşların, gözyaşlarını biriktirdiğin sarnıçların…

Saymakla bitmez, hepsi ayrı bir eser, ayrı bir duygunu anlatır.
Onlar senin doğuştan kanıtın, seni sen yapan değerlerin.
Adına türlü türlü efsaneler yazılan, şarkıların en güzel sözü olan sen, kendin yazdın senaryonu ve her parçanda anlattın hayatını. Tanımadı kimse seni anlamadılar, anlayamadılar seni… Ve baştan yazmak istedilerse de seni, güçleri yetmedi değiştirmeye.
Canı acıyan sana koştu, sende merhem buldu. Fakat can bulan, yine senden kaçtı, nankörlüğe koştu.
Sen can verdin, kucak açtın kucaksız gönüllere. seni bırakmak ne mümkün! Sen fatih’e kapını açarken, bizleri bekledin. Bizlere kapını kapatmazsın. Sen ki, o nebinin övdüğü kutsal şehirsin. Ne peygamberler ayak bastı sıcak topraklarına, Ne karlar yağdırdın, ıssız sokaklarına… Sen ki övgüye değer en büyük şehirsin, sen ki beled-ül ekbersin.
Fatih davetine gelirken “Allah Allah” deyip kapını açmış, senin canını acıtmadan, cana can katarcasına, seni anlamaya, anlatmaya gelmişti.
Sana hanlar yaptı, “kapalı çarşıları, kapalı kutuları”, Ayasofyası’yla, Topkapısı’yla zaferi kucağında kutlayan fatih, seni övdü. Mısralarında seni yazdı.
Sokaklarında kokan ıhlamurlar, sıra sıra dizilmiş kümbetli evlerinle, vefa’yla bize öğretmenlik yapan, su seslerinin yükseldiği horhorla, padişahların, seslere kulak verdiğini anlatan o aziz İstanbul ki,
Ödüller onun adına, zaferler onun uğruna, onun bir saksı toprağına!…

D.N Tanış
#Yargı, #Magazin, #Hastalık, #Gezi, #Dini, #Kamuda

Yorum Gönder

0 Yorumlar
*Asılsız yorum yapmayınız. Mesajlar Yönetici tarafından denetleniyor.