İstanbul çok defa kitabelerde meknuzdur: Osmanlılar’ın nasıl birer Peygamber sevdalısı oldukları, hangi ayetin nereye-niçin yazıldığı, hangi mesajı nasıl verdikleri gibi hususlar bu kitabeleri okuyanlarca ayırt edilir ve onlar bu güzeller güzeli şehri turist gibi sevenlerden böylece ayrılırlar. Sadullah Yıldız, İstanbul’un nefes kesici güzellikteki hat tertiplerinden enfes bir kısmını da içeren yazılarının birkaçını derledi ve fotoğrafladı.
Müslüman memleketlerden de Avrupa’dan da şehirler gezmiş dolaşmış biri olarak katiyetle söyleyebilirim ki İstanbul’un ab u havası başka bir yere parçasına rastlanabilecek kadar da nasip edilmemiştir.
İstanbul’da her zevkin gideri, her keyfin oluru var. Ama bütün çeşitliliklerine baskın bir de tarihî örtüsü var ki bu İstanbul’u seven her kesimin de ortak paydası gibidir. Bu olmaksızın İstanbul sevgisi pek mümkün değildir. Yani bu şehirde sevmek ve dolaşmak çoğu zaman yalnızca tarihî izler sürmekle yaşanabiliyor; günümüzle öyle de ilgisiz bir şehir burası.
Ve İstanbul çok defa kitabelerde meknuzdur: Osmanlılar’ın nasıl birer Peygamber sevdalısı oldukları, hangi ayetin nereye-niçin yazıldığı, hangi mesajı nasıl verdikleri gibi hususlar bu kitabeleri okuyanlarca ayırt edilir ve onlar bu güzeller güzeli şehri turist gibi sevenlerden böylece ayrılırlar. Kitabelerin etrafımızda görebileceğimiz çok fazlası zamana (insana?) direnememişse de korunaklı kalmış birçoğu vardır. Bazısı kitabe çapında, bazısı birkaç kelimeden ibaret bu yazılar bize İstanbul’un günümüzden önceki hakiki sakinleri hakkında fikirler verir.
İstanbul’un nefes kesici güzellikteki hat tertiplerinden enfes bir kısmını da içeren yazılarının birkaçını derledik ve fotoğrafladık. Aynı zamanda şehrin sevgili kâşif ve seyyahlarının bu kitabeler hakkında dikkat etmesi gereken bazı tüyoları da yazıya iliştirdik. İşte sıkı bir İstanbullu ve şehrin farkında olarak yürümek isteyenlerin bilmesi gereken 10 kitabe:
1- “Mâşâallâhu kâne.” Genellikle “kâne”si olmaksızın rastlanabilecek bu ibarenin her ikisi de aynı anlama gelir: “Allah ne dilerse olur.” Yapılan eserin kalitesi-boyutu-niteliği karşısında Allah’ın azameti ve kudretinin her zaman daha büyük olduğunun vurgulanması için devamlı söylenen/yazılan bir cümledir. Bu şekilde üç harflik fazlalıkla da karşımıza çıkabilecek olursa şaşırılmaması için bunun fotoğrafını tercih ettik. Vefa’daki Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebi girişinde duran bu güzel çerçeve 18. asra (h. 1189) tarihleniyor.
2- “Zü’l-celâli ve’l-ikrâmi.” Allah Teâlâ’yı anmak için bir zikir çeşidi. “Ululuk ve cömertlik sahibi” manasına geliyor. Aynı zamanda Esmaü’l-Hüsna’dandır ve Rahman suresinin 78. ayetinde geçmektedir.
Bu ibarenin püf noktası ise “zü”den önce “yâ” ile de yazılabiliyor olmasıdır: Öyle olduğunda anlamı değişmez ve Allah’a hitap edilmiş, Türkçe’deki “ey” seslenişi eklenmiş olur. “Yâ” geldiği zaman “zü’l-celâli” diye okunmaz, “ze’l-celâli” şeklinde okunur. Yani şöyle: “Yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâmi.”
İstanbul duvarlarında her ikisine de rastlanır. Bu manzara Nişanca Mehmed Paşa Camii avlusundan.
3- “Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyya’l-mihrâbe.” Âl-i İmran suresinin 37. ayet-i kerimesi. Osmanlılar’ın cami mihrabı tepesine en sık yazdıkları ayettir denebilir. Başka seçenekler de bulunmakla birlikte genellikle bu ayet tercih edilir. Ali Fikri Yavuz hoca mealini şöyle veriyor: “Zekeriya ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu.”
Tabii, ayetin içinden bir cümle olan bu bölümün mealdeki anlam bütünlüğünü sağlamak için verdiğimiz tamamı kullanılmıyor. Mihrapta kullanılan kısım kadarıyla anlam şu oluyor: “Zekeriya ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girdiyse…”
Bu kare Kanunî hazretlerinin aliyyetü’ş-şan kerimesi Mihrimah Sultan’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nden.
4- Yine Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nden. Nefis bir “yâ hazreti Bilâl-i Habeşî radıyallâhu anhu” levhası. Osmanlılar yaptıkları işi, o alanın piri ve üstadı bilinen sahabelerle özdeşleştirir, nesilden nesle süren bir saygıyla o kişiye sürekli rahmet okurlardı. Camilerde müezzinlerin durduğu mahfillere de Resûl-i Ekrem’in müezzini Bilal-i Habeşî’yi hatırlatan bu levhanın konarak o sahabiye rahmet okunmasının sağlanması âdetti.
“Radıyallâhu anhu” ifadesi ise Arapça’da “Allah ondan razı oldu/olsun” anlamına gelir ve sahabilerin adı anılır anılmaz tekrarlanır. H. 1346 gibi oldukça yakın bir tarihte yazılmış bu levhanın sol altındaki “Abdülkadir” imzasından çıkarımım doğruysa, kıymeti pek bilinmemiş hattatlarımızdan Abdülkadir Saynaç Efendi’nin eseri olduğunu söyleyebilirim.
5- “Sübhânallâhi ve bihamdihî sübhânallâhi’l-azîm.” Buharî’deki bir hadiste geçen, oldukça meşhur bir zikir olan ve Allah’ın ulûhiyetinin yüceltilmesi anlamına gelen bu cümle, Osmanlı camilerinde tablo yapılıp asılan veya hattatların eserlerinde sıkça görülen bir virddir. Üzerinde Sultan II. Mahmud’un imzasını taşıyan bu geniş levhaya da insanın baktıkça bakası geliyor. Üsküdar, Valide-i Cedit Camii’nden.
6- “Hasbunallâhu ve ni’me’l-vekîl.” Al-i İmran suresinin 173. ayetinde geçen ve müminlere gözlerinin korkması tehdidine karşı “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” demelerini öğütleyen ayetten alıntılanmış, meşhur bir zikir çeşidi. Buharî’deki bir hadisten öğrendiğimize göre bu dua aynı zamanda Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında söylediği cümledir. Osmanlı sultanlarının yan gelip yatmadığının bir işareti olarak yine Sultan II. Mahmud imzalı nefis bir levha.
7- “Lâilâheillallâhu’l-melikü’l-hakku’l-mübîn.” Yavuz Sultan Selim’in Fatih’teki kabri üzerindeki örtüde de yazan bu ifade Allah’ı zikir cümlelerinden biridir, “gerçek ve apaçık hükümdar olan Allah’tan başka ilah yoktur” mealine getirilebilir. Osmanlılar kelime-i tevhit cümlesi olan “lâilâheillallâh”ın bir varyasyonu gibi bu ibareyi de kullanagelmişlerdir. Bir parça da fersude gözüken bu tablo Sultan II. Selim’in Ayasofya civarındaki kabrinden.
8- “Fîhi şifâün li’n-nâs.” Kur’an-ı Kerim’in bal arısından söz eden ayetinde geçen bu ifade “onda insanlar için şifa vardır” anlamına gelir. Ali Fikri Yavuz hoca bu ayetin ilgili cümlesinin mealini şöyle veriyor: “O arıların karınlarından renkleri muhtelif bal çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır.”
Osmanlılar halkın su içmek için faydalanacağı bir çeşmenin (Laleli Camii’nin dış avlu merdivenleri girişinde) alnına bunu yazmakla su için edilen nazik bir duayı da icra etmiş oluyorlar. Hem içesiniz hem şifa bulasınız demenin hoş bir yolu.
9- “Es-sultânu zıllullâhi fi’l-arz.” Osmanlı sultanlarının hilafet payesinden de aldıkları cesaretle kullandıkları, “sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” anlamına gelen ihtişamlı bir unvan. Yanlış olmasın fakat bu unvan-beyanı Osmanlı’dan önceki İslam sultanları da kullanmıştır şeklinde bir bilgimiz vardır. Hatta rivayeti doğrulamamış olmakla birlikte söz konusu ifade hadis-i şerifte geçmekte ve sultan (otorite-hâkim) olan kişinin Allah’ın adaletini tecelli ettirecek makamda bulunmasına, dolayısıyla hassasiyetine işaret edilmektedir.
Kanunî Sultan Süleyman’ın Fransa kralına yazdığı meşhur mektubunda da geçmektedir ki cümlenin akışındaki nefis kullanımla insan bir hoş olmaktadır. Bu kare Topkapı Sarayı Bab-ı Hümayun girişinden.
10- “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt.” Ankebut suresinin 57, Al-i İmran suresinin 185. ayetlerinde geçen bu cümlenin “her nefis ölümü tadacaktır” şeklinde meali verilir (Ali Fikri Yavuz). Ölümü hatırlamak ve dünyaya kazık çakmamayı şiar edinmek için sık kullanılan ayetlerin başında gelir.
Yavuz Selim Camii’ne giden caddenin ortasındaki ufak bir hazirenin duvarında duran bu harika taş işçiliği mahsulünde Ankebut suresinin 57. ayeti yazılı ve sol-üstteki küçük bölüm ayetin devamı: “Sümme ileynâ türcaûn.” (Sonra bize döndürüleceksiniz.)
Sadullah Yıldız
Dünya Bizim Yazarı