
Savaş Dünyası ve Umut Dünyası...
Süleymaniye Camii çaprazında dar bir sokak, sokak genişliğinde oluşturulmuş merdivenler… Girdiğiniz andan itibaren kokusunun adeta üzerinize sineceği cinsten dar bir sokak burası. Biraz biraz ilerledikçe “özgürlük ve devrim” duvar yazılarının sizi karşılayacağı, adımlarınızı biraz daha ileriye götürdükçe farklı bir dünyanın sizi içine doğru çektiğini hissettiğiniz virane bir bölge Küçükpazar.
Dün oradaydım. Az çok nasıl bir atmosferle karşılaşacağımı bilerek gitmiştim. Belki basında yer alana kadar kimsenin adını duymadığı bir yerdi Küçükpazar. Belki de bu yazıyı okuyana dek hala bilmiyordu birçoğunuz. Normal, bizim dünyamızda ‘gezdiğimiz, görmeye gittiğimiz, eğlendiğimiz, arkadaşlarla vakit geçirip check-in yapabileceğimiz’ mekanların çok dışında bir yer burası. Yıkık binalar, virane inşaatlar ve bu inşaatların içinde sıkışan hayaller, hayatlar… Hiçbir insanın sağlıklı ve güvende yaşayamayacağı aslında tabiri yerindeyse ‘insani hakların ihlal bölgesi’ burası. Sokağa adım attığınız andan itibaren minik ayaklarla size koşan henüz konuşmayı bile beceremeyen Suriyeli bebeklerle karşılaşıyorsunuz. Bebek diyorum çünkü içlerinden birçoğu henüz 2-3’ünde. Bir kısmının ayakları çıplak, çamurlu bir kısmında kıyafet namına doğru düzgün, onları soğuktan koruyacak elbiseleri yok. Tek yaptıkları yanınıza gelip ellerini açıp para istemek ve sizin gittiğiniz yol boyunca sizi takip etmek…Ederler çünkü zaten kaldıkları sokak burası, burası iki dünya arasında kalmış Suriyelilerin umut kapısı: Küçükpazar.
Umut kapısı diyorum çünkü konuştuğum hemen hemen tüm Suriyeli vatandaş hüzünle ve umutsuzlukla anlatıyor başından geçenleri. O kadar ürkek ve korku dolular ki aralarından Türkçe bilenler konuşmaya korkuyor, fotoğraf çekilmekten endişe duyuyor, isim vermek istemiyorlar. Ama saatler boyunca konuşarak dert dinleyerek, dertlerine çare olabilecek haklarından bahsederek biraz da olsa güven vermişim ki aralarından Türkçe bilenler yavaş yavaş çıkıp muhabbete dahil olmaya başlıyor. Hemen hemen hepsi Suriye savaşında birçok yakınını akrabasını kaybetmiş, kalanlar da kaçmış gelmişler zaten buraya. Önce Urfa’ya gelmişler ardından Küçükpazar.

Yani bir ev içinde 40-50 kişi!
Ne kadar veriyorsunuz buraya diyorum oda başı 500 kağıt. Oda başı! 4 odadan 2bin TL. Bu insanlar için bu rakam oldukça yüksek geliyor bana. Hele de kaldıkları yıkık dökük virane bir yapı. Sağlıklı ve güvenli yaşama ortamları kesinlikle yok ki zaten çocukların birçoğunun vücudunda yaralar var anneleri çocuklarının boynundaki kollarındaki rahatsızlıkları gösterip bir medet umuyor çaresizce.
Anne yüreği işte!
Hastaneye gidin diyorum bakmıyorlar sigorta yok para yok diyor.
Sözcükler boğazıma dizi dizi oluyor zor da olsa devam ediyorum, belediyeden gelen giden yok mu, yardım eden kimse yok mu size diye. Geldiler iki üç kez her aileye birer battaniye verip gittiler diyor. Kime yetecek bir battaniye diyorum, ağzımdan çıkıveriyor. Ev sahibiyle görüşüyorum, küçük bir bakkalın sahibi o da genççe bir çocuk. Yanında da 20’li yaşlarda fırıncılık yapan akranı bir arkadaşı. Siz hiç yardımcı olmuyor musunuz diyorum buradaki insanlara, oluyoruz elbette fırına geliyorlar bedava ekmek veriyoruz diyor, ama nereye kadar. Bakkalın sahibi de işe aldım çalışsınlar para kazansınlar diye birkaç gün çalıştılar sonra ‘istemeyiz, iş zor, yapamıyoruz’ dediler. Çalışmayı sevmiyorlar genelde birçoğu zaten para dileniyor öyle geçiniyorlar diyor. Evin sahibi de sizmişsiniz diyorum, evet kiraya verdim diyor, kira ne kadar diyorum 350 TL diyor. Ama 500 TL hem de oda başına aldığınızı söylüyorlar diyorum müşteri geldi deyip işinin başına geçiyor.

Bu insanların zor durumlarından faydalanıp ne koparırsak kar, nasılsa mecburlar gidecek yerleri yok mudur mantık, yoksa görüştüğüm Suriyeli aile büyüyü genç bey midir ‘mağdur’seviyesini yükseltmek isteyen bilemiyorum ama o atmosferi saatler boyu yaşayarak görerek sağlıklı düşünebilmek de çok zor oluyor açıkçası.
Çocuklar besin yetersizliğinden oldukları yaştan çok daha küçük, ilkokul seviyesindeki birçok çocuk da eğitim göremiyor şuan. Birçoğu da hasta, tedavi olamıyor. O manzarayı görüp o acılara ve zorluklara şahit olduktan sonra insanın konuşmaya bir şeyler sormaya bile mecali kalmıyor. Aralarından 8.5 aylık gebe bir kadın çıkageliyor, konuştuğum ismini vermek istemeyen kişinin eşi. E bu çocuk nerede doğacak, nasıl olacak diyorum. Bilmiyoruz ki hastanelerde bakmıyor iş yok ki sigorta olsun diyor. Ama mülteci hakları var değil mi? Sizin de haklarınız var haberiniz yok mu, bilmiyor musunuz bu hakları diyorum bazılarını hatırlatarak, gülüyor. Ne hakkı deyip yaşadıkları yeri, durumlarını göstererek acı şekilde gülümsüyor.
Halbuki bakın, United Nations High Commissioner For Refugees(UNHCR) (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) ne diyor:
“Her mülteci güvenli sığınma hakkına sahiptir. Fakat uluslararası koruma fiziksel güvenlikten fazlasını içerir. Mültecilere en azından ülkede yasal olarak ikamet eden diğer yabancılara sağlananlarla eşit haklar ve yardım, her bireyin sahip olması gereken temel ihtiyaçlar dahil olmak üzere, verilmelidir. Böylece, mülteciler düşünce ve dolaşım özgürlüğü, işkenceye ve onur kırıcı muameleye tabi olmama gibi temel medeni haklardan yararlanırlar.
Benzer biçimde, sosyal ve ekonomik haklar diğer bireylere olduğu gibi mültecilere de tanınır. Her mülteci sağlık hizmetlerinden yararlanabilmelidir. Her yetişkin mülteci çalışma hakkına sahip olmalıdır. Hiçbir mülteci çocuk okula gitmekten alıkonulmamalıdır.
Belli durumlarda, örneğin büyük ölçekli mülteci akınlarında, devletler dolaşım ve çalışma özgürlüğü ve tüm çocukların düzgün biçimde okula yerleştirilmesi gibi bazı hakları kısıtlamak zorunda kalabilirler. Bu tür eksiklikler uluslararası toplum tarafından olabildiğince giderilmelidir. Bu nedenle, sığınma kabul eden devlet veya diğer kuruluşlardan başka kaynak bulunmadığı durumlarda BMMYK, kendi temel ihtiyaçlarını karşılayamayan mülteciler ve diğer ilgili kişilere yardım sağlar. Bu yardım mali destek; gıda maddesi; mutfak malzemesi, aletler,temizlik malzemesi veya barınak gibi ihtiyaçlar şeklinde olabileceği gibi, bir kampta veya topluluk halinde yaşayan mülteciler için okul ve klinik yapılması gibi programlar şeklinde de olabilir. BMMYK mültecilerin en kısa zamanda kendi kendilerine yeterli duruma gelebilmeleri için elinden gelen tüm gayreti gösterir; bu resmi gelir getirici faaliyetler veya yetenek geliştirici eğitim projeleri gerektirebilir.
Türkiye de Mültecilerin Hukuku Durumuna Ait Sözleşmeyi 24 Ağustos 1951tarihinde imzalamış ve 29 Ağustos 1961 tarihinde ihtirazi kayıtla onaylamış.
Sözleşmenin sosyal yükümlülükler adlı IV.Bölümünün 23.maddesinde de şöyle diyor: Taraf Devletler, ülkelerinde yasal olarak ikamet eden mültecilere, sosyal yardım ve iane konularında vatandaşlarına uyguladıkları muamelenin aynısını uygulayacaklardır.
Yukarıda bahsettiğim UNHCR’nin mülteci hakları konusuna getirdiği bir detay var ki: “Belli durumlarda, örneğin büyük ölçekli mülteci akınlarında, devletler dolaşım ve çalışma özgürlüğü ve tüm çocukların düzgün biçimde okula yerleştirilmesi gibi bazı hakları kısıtlamak zorunda kalabilirler. Bu tür eksiklikler uluslararası toplum tarafından olabildiğince giderilmelidir. Bu nedenle, sığınma kabul eden devlet veya diğer kuruluşlardan başka kaynak bulunmadığı durumlarda BMMYK, kendi temel ihtiyaçlarını karşılayamayan mülteciler ve diğer ilgili kişilere yardım sağlar.”
Benim gidip gördüğüm o virane ‘şehrin’ imza atılan bu sözleşme maddelerinin uygulanır gibi, pembe yardımsever koşul üretme gayesinin yanına yaklaşır gibi bir hali yoktu. Bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kapılarını açıp bünyesine aldığı, savaş ortamının ölüm gerçeğinden ‘kurtarıp’ getirdiği insanlar. Ama maalesef ölüm sadece savaş içinde olmuyor. Bu virane kentte yine besin yetersizliğinden, hastalıktan ölecek bebekleri görmek zor değil.
İnsani yaşama koşulları her insana sağlanacak haklardandır. Ve yukarıda bahsettiğim gibi sözleşmelerle garanti altına alınmıştır. Siz de insan haklarının zerre uğramadığı bu ‘virane şehri’-şehir diyorum çünkü orası bambaşka bir dünya, bunu o bölgeden çıktığınızda daha iyi anlıyorsunuz- bu virane bölgeyi anlamak istiyorsanız bizzat yolunuzu Küçükpazar’a düşürün. Bir insanlık dramını, iki dünya arasında kalan bu insanların çaresizliği ve koşulları size çok şeyi sorgulatacak eminim…
Ve…
O bölgeden yutkunarak çıktım. Adımlarım hissiz. Göğsümde bir yumruk sancı. Tarifi belirsiz. Bu durumda yaşayan sadece mültecilerin olmadığı gerçeği de içime derin işledi. Bu ülkenin nice vatandaşı da var bu acı koşullarda yaşayan… Adımlarım Süleymaniye’ye doğru çıktıkça aklımdaki bu gerçekler derinleşiyor. Sonra arkama bakıp birkaç saatte nelere şahit olduğumu görüyorum. O insanların sözlerinden ve gözlerinden dökülen umutsuzluk çaresizlik ve acıyı. O kadınların silik, parlamayan gözlerindeki ışığı sönmüş bakışlarına hafızamda her seferinde yeniden şahit oluyorum.
Oradan çıktıktan sonra içime çektiğim nefese derin bir şükür getiriyorum. Hiç kolay değil o hayatı yaşamak ama hissetmek empati kurmak çok da zor olmasa gerek. Sanıyorum insanlık olarak en büyük eksiğimiz bu…
Çocukların sesi hala kulağımda, o bir damla masum bedenlerin, suratların, ellerin görüntüsü.
Yaşamak ve yaşamaya çalışmak arasındaki ince çizginin adı artık var: ‘Küçükpazar!..
Nagihan Alan Yazdı
http://blog.radikal.com.tr/