
“ İşler öldü oğul , öldü artık. Nerede o eski yem atanlar... Şimdilerde öyle mi ya. Millet on lirasının , yirmi lirasının kıymetini biliyor...”
Bir “ merhaba ” dedim , bin “ ah ” dinledim, Sabiha teyzeden .. Sabiha teyze dertli... Sabiha teyze tasalı. Sabiha teyze yokluktan şikayetçi. Sabahın ayazı, denizin rüzgarı Sibirya soğuğunu almış da gelmiş koca meydana egemenliğini kuruvermiş sanırsınız. Titreten soğuk yaz mevsimine olan özlemi daha da artırırken Eminönü’nü kasıp kavuruyor. Yeni caminin cephesine çarparken tüm şiddetini tüm donduruculuğunu Sabiha teyzenin toplayıveriyor sanki.
O yüz ki neler anlatmıyor insana. Çocukluğunun gençliğinin yolun ortasından sonraki yaşamın eksikliğini, terk edilmişliğini acı çektiğini bas bas bağırıyor.. Gözlerinin altında kırışıklıklar , alnında yol yol toplanmış çizgiler çile dolu bir ömrün aynası sanki. Doğrulurken sol elini beline destek yapıp sağ eliyle dizlerine dayanan Sabiha teyzenin kamburu çıkmış sırtı neler taşımıyor. O sırt ki çileyi yaşıyor. O sırt ki çileyi taşıyor. O sırt ki derdi alemi ve küçücük yavruyu büyütmenin karnını doyurmanın yükünü taşıyor. Kim bu Sabiha teyze...? Neden soğukta, neden Eminönü meydanında ..? Sabiha teyze İstanbul’un vazgeçilmez görüntülerinden birinin kahramanı...
Camiler İstanbul’un sembolü güvercinler cami avlularının kuş yemi satanlar da bu güvercinli avluların ayrılmaz parçası. İşte sabiha teyze de bu kuş yemi satanlardan sadece birisi. teneke tezgah üzerine sıraladığı kutu kapakları içine doldurduğu yemleri satarak geçimini kazanmaya çalışan biridir. Sabiha teyze “yem alın yem alın ..Kuşlar aç kalmasın “ derken önünden gelen geçene gence ihtiyara kadına erkeğe sanki kendi açlığını hissetmek istiyor..”Açım “ diyemiyor ama “kuşlar aç kalmasın” diyordu...
Sabiha teyze geçmişten hiç söz etmiyor. Etmek istemiyor.
-Şuraya gökten düşmedik ya İyi günlerimiz elbette vardı. Depreştirme oğul yaramı...Depreştirme...

- Kaç para ...?
- Sabiha teyze heyecanlı , telaşlı .. Bir solukta saydı.
- Şu öndekiler kızım, otuz lira ,şuncağızlar yirmi lira küçükler de on lira Al kızım al. Ucuz.. Kuşları sevindir.
- Sabiha teyze büyük bir mağazanın tezgahtarı gibiydi o an. Gelen bayan müşteri ;
- Şu on liralıktan verin.
Sabiha teyze bu talepten küskün ama yine de ümitle sordu.
-Kaç tane alacaksın. Olsun ondan al. Kaç tane alacaksın kızım.?
Temiz pak giyinmiş modern görünümlü müşteri işini çabuklaştırmak isteyen bir tavırla;
-Bir tane alacağım al on liranı...!
On lirayı aldı Sabiha teyze. On lira ne idi ki. Ama olsun. Küçümsememek gerekirdi. Büyük bir özenle düzeltti. Eteğinin altından çıkardığı büyük naylon poşetin içinde bulundurduğu diğer paraların arasına koydu. Tekrar özenle yerine yerleştirdi. Bana döndü.
-Görüyon ya ..On lirayı bile zor veriyorlar. Artık.. Zor evlat zor.. Dedim ya eskiden 4-5 tane birden atan olurdu. Ama şimdi düşünürler elbet geçim zor.
Başladı sabiha teyze anlatmaya.Anlattı anlattı.Kelimeleri ard arda diziyordu artık.Bir makineli tüfeğin boşalası gibiydi.Durdurmak imkansızdı.
“Üç yıldır buradayım. Üç koca yıl. Çocuklarım kocam vardı.Kocam kazanırdı,getirirdi eve.Gün geldi öldü.Yok yok...Öyle emekli maaşıymış falan kalmadı.O ölünce ortada kalakaldık.Eldekini avuçtakini yedik.tencerede su kaynar oldu.Akrabalar unuttu,dostlar unuttu.Bir küçücüğüm kaldı başıma o da benimle...Şimdi buradaydı. Mehmed’im benim yavrum yetimim..Okula gitme yaşı geldi geldi de gönderemem ki. Param yok..
Ah ah ne günlerim vardı.oğul benim.Bir kocam vardı aslan parçası.Koca Ahmed’im benim.Şimdi kara toprağın içinde.Ahmed’im kaçırdı beni.O zaman ikimizde Tokat’ın Reşadiye ilçesinde otururduk.Ailem Reşadiye’nin ileri gelenlerindendi.Askerdi
Ahmet.Jandarma askeri idi.Onunla çarşı yolunda görüşürdük.Gizli gizli buluşur olduk.Seviyorduk ikimizde.Gözlerimiz hiç kimseyi görmüyordu.Hiçbir şey umurumuzda değildi.Terhis olduğu gün geldi.Beni ailemden istedi.Ağabeylerim “yok “ dediler. Gurbet insanına kız verilmez dediler.Ahmed’imi kovdular.İki gün sonra kaçtım Ahmet’le..Önce Urfa’ya onun memleketine gittik.Orada iki ay kaldıktan sonra Ankara’ya geldik.Dört sene oturduktan sonra İstanbul’a yerleştik.Ahmet’im seyyar satıcılık yaptı.Durumumuz iyi idi.Üç kız bir oğlum oldu.Kızlarım birer ikişer kocaya gitti.Küçük kızım evden kaçtı.Babası öldükten sonra tabi.Büyük kızlarım beni yanlarına istemediler.Bu küçüğümle kaldım bir başına”
Sabiha teyze konuşacaktı ama küçük bir çocuk sesiyle sustu.
-Ana hışt ana..Karnım aç..Simit alacağım para ver.
Ana yüreği dayanır mı Kestane rengi pislikten tozdan keçeleşmiş gibi duran saçları ve kirli siyah yüzüyle 6-7 yaşlarında bir çocuktu. Mehmed’in pantolonu yırtık ve yamalı..Soğuğa “bana mısın” demiyor, aldırmıyordu.Belki de mecburdu.Gözleri kömür rengi zeytin tanesi iriliğinde idi.annesinden parayı kaptığı gibi doğru simitçiye koştu.
“Evlat işte..Ne yapayım. Mehmed’im olmasa ben ne edeyim.Ah bir de okutabilsem.Okula göndersem.Çocuğum hep simitle mi büyüyecek.Ona bir şey veremem.Mehmed’im,yetimimi benim...” Sabiha teyze çocuğunu diğer çocuklar gibi yetiştirmek istiyordu.Ama elde avuçta bir şey yoktu.Yoklukla yüklüydü.
O sırada küçük bir çocuk elini tuttuğu babasına “ yem atalım mı baba” Bak kuşlara baba yem atalım diyor ve bir yandan da babasını çekiştiriyordu.Babasını kaşları çatılmıştı.Çekti oğlunu “Pahalı oğlum..” Sonra alırız.
Sabahın ayazlı soğuk saatlerinden akşam karanlığına kadar Sabiha teyze her gün tezgahını kuruyor,bekliyor sonra da akşam olduğu vakit topluyordu.
Oğlundan Mehmed’inden başka kimsesi yoktu ki yanında,,,
“Mehmed’im benim Mehmed’imin de güvercinleri var” diyordu.
Yanından ayrılmak için doğrulduğumda Mehmet geldi yanıma ;
Ana üşüyorum üşüyom be...
Sabiha teyze buruk buruk..” Gideceğiz oğlum “ derken bağırıyordu.
“Yem atın yem atın ...Kuşlar aç kalmasın...”
EROL KARA