Ben de size anlatmak istiyorum.
Büyükbabam Kastamonu Taşköprü’den... Orman köylüsü yani..
Büyükbabamın çocukluğu ve gençliği ormanda geçmiş. Babasıyla beraber ormanda geçirdiği günleri bazen keyifli bazen de canı sıkılarak anlatırdı. Hele her bayram öncesinde buruk bir anlatışla o günlerden söz eder, içini derin bir üzüntü kaplardı. Hatta bazen öylesine dertlenir ki gözlerinden akan yaşı gördüğüm zaman ben de ağlamak isterdim.
Orman yeşili gözlerinden dökülen damlalar anlattığı öyküyü süsler, bizi de o günlere götürürdü.
Yurdumuz o zamanlar Kurtuluş Savaşı’ndan henüz çıkmış. Savaşın dertleri o zaman yaşayanların sırtında etkisini gösteriyor ama düşmandan kurtulmanın sevinci ile bu sıkıntılara sabır gösteriyorlarmış. Büyükbabam, ailenin üç oğlundan ortancalarıymış. Mustafa, Büyükbabam Yusuf ve kardeşi Mehmet...
Büyükbabam yani genç Yusuf, babasına yardım etmek için yanından ayrılmazmış. Babası Şükrü Efendi 7/8 yıllık bir askerliğin ardından kendi yaşamına dönmekte bir hayli çaba sarf ediyormuş. Askerde iken köy de, kasaba da çok değiştiğinden kendisini yabancı gibi hissediyormuş. O yüzden büyük oğlu Mustafa ile küçük oğlu Mehmed’i köyde hanımı Şehri’nin yanında bırakıyor, henüz on beş yaşında olan Yusuf ile birlikte kasabaya odun satmaya gidiyor akşam dönüşü gerekli olanları alıp geliyorlarmış. Yamaçta bulunan tarlaları fazla verimli olmadığından tek geçim kaynağı olarak ormandan edindikleri kuru ağaç kütüklerini toplayarak, onunla tencerelerini kaynatmaya çalışıyorlarmış. Sadece bizimkiler mi, hayır o devirde yaşayan insanların çoğu yokluk ve sıkıntı içinde yaşıyorlarmış. Ders kitaplarımızdan ve tarih derslerimizden hatırlarsanız Kurtuluş Savaşı sırasında sırtıyla cephane taşıyan neneler, dedeler hep o yörenin insanları imiş. Vatan için ellerinde avuçlarında ne varsa Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle hiç düşünmeden vermişler. Savaş bittikten sonra kendi yaşamlarına döndüklerinde de hep sıkıntı içinde kalmışlar. Ellerinde bulunanların fazlasını birbirleriyle takas ederek yaşamaya çalışırlarmış.
Devir, işte o devir. Yine büyükbabam yani genç Yusuf, babasıyla ormana ağaç kesmeye gitmiş. Öyle her gördüklerini kesmiyorlarmış. Ağacın kurumuş olanlarını seçerlermiş. Genç fidanları, taze ağaçları kesmemeye dikkat ederlermiş. Hatta Şükrü Efendi dikkatsiz olan diğer köylüleri bu konuda hep ikaz edermiş. “Yaş kesen baş keser” deyip dururmuş. Aslında Şükrü Efendi ağaçların bu kadar çok kesilmesine üzülürmüş. Kuru da olsa onu toprağa bağlayan bir kökün olduğunu söyler “Allah’ım mecbur kaldığımız için kuru da olsa bu ağacı kesiyorum. Sen bizi affet” diye Rabbimize yalvarırmış. Bir gün Yusuf, yine bu duanın sonunda babasının ağaca elini sürerek bir şeyler mırıldandığını görünce dayanamayıp;
- Ne diyon baba, ne söyledin ağaca...
- Helalleştim oğul. Helalleştim. Onlar da bir candır. Onlar da bir hayattır. Şu baltayı her vuruşta içim sızlıyor, oğul...
- İyi ama onlar kurumuş ki...
- Kuru ağaçlar yaşlı insanlar gibidir, evlat. Bak ne kadar kuru da olsa şu gördüğün taze ceviz ağacına kol kanat germiş gibi duruyor. Sanki onu tehlikelerden koruyacak gibi. Bir askerin vatanını korumaya çalışması gibi... Bir babanın evladını koruması gibi...
Eli varmamış baltayı kaldırmaya... Çöküp kalmış olduğu yere. Ağaca dayanmış. Derin derin bir iç geçirmiş. “Ne olurdu Rabbim bunu yapmasaydık da geçimimizi tarla da ekin ekerek sağlasaydık.” diye mırıldanmış... Şükrü Efendi ağacı, ormanı evlatları gibi, vatanı gibi severmiş.
Zaman zamanı kovalamış. Mübarek Ramazan kış mevsimi ile beraber gelmiş. Kar ve soğuk kendini göstermeye, hissettirmeye başlamış. Yusuf annesine:
- Anne, babama söyle de, bize çarık alsın. Ayağıma taşlar batıyor. Ona alıştım da yağmur, kar suyu donduruyor beni...
- Hangi birinizin var ki evlat. Bak babanın asker potini bile parça parça... Ona da acımak lazım.
- İyi ama bayram da geliyor.
- Bak elbiselerinin hepsini yeniledim. Yırtık yerlerini yamalıyıverdim. Bi güzel giyersin işte..
- İyi ama ayaklarım üşüyor be ana...
Sadece Yusuf bu konudan şikâyetçi değilmiş. Kardeşleri de bu yokluğun sıkıntısı içindelermiş. Anneleri Şehri Hanım yıllar varmış ki üzerine yeni bir şey almamış. Köyün dışına çıkmadığından ve evlatlarının ihtiyaçlarının karşılanmasını istediğinden kendisi için bir şey düşünemiyormuş. O sıra kapı açılıp içeri giren Şükrü Efendi konuşulanları duymuş olmanın sıkıntısıyla:
- Yarın satacağımız odunlarla çocuklara birer çift çarık alacağım, demiş.
Oysaki kış geliyor, kazanacağı parayla erzak alıp, kışa hazırlık yapmayı düşünüyormuş Şükrü Efendi. Ama bu düşüncesini belli etmemiş. Hem kasabada oduna müşteri de çoğalmış. Bir hayli de sipariş almış. Bir dahaki sefer kestikleriyle ihtiyaçlarını alma düşüncesiyle ocağın yanına uzanmış.
Yusuf da müjdeyi kardeşlerine iletmiş. O gece keyifle yatmışlar. Hayallerinde alınacak gıcır gıcır çarıkları düşünerek uyuyakalmışlar.
- Yangın vaaaar, yangın.
Yataklarından nasıl fırladıklarını bilmiyorlarmış. Kendilerini evden dışarı attıklarında kıpkızıl bir manzarayla karşılaşmışlar. Köylüler bir o yana bir bu yana koşuyorlar “Allah’ını seven su getirsin, Allah’ını seven söndürsün “ feryatları gökyüzüne çıkan alevler gibi köyün her bir yanına dalga dalga yayılıyormuş. Şükrü Efendi gözlerine inanamıyormuş. Orman yanıyormuş. Eline geçirdiği bakraçları, kazanları su doldurarak ormana doğru delicesine koşmaya başlamış. Yusuf ve kardeşleri de babalarını takip ediyormuş. Onlar da kazma, kürek ve su dolu kaplarla ormana koşuyorlarmış. Bütün köy, hepsi birden yanan ormana koşuyormuş.
Tabii bütün bu uğraşlar sonuç vermemiş. Orman gözlerinin önünde kül olmuş. Kışın bu soğuk günlerinde ne olmuş da orman yanmış, anlayan bilen yokmuş. Her kafadan bir ses çıkıyormuş. Ama sebebini bilen yokmuş.
Köyün tek geçim kaynağı orman yok olurken Şükrü Efendi’nin planları da, Yusuf’un, Mustafa’nın, Mehmet’in hayalleri de yangınla birlikte yok olmuş. Günlerce bir lokma bile boğazlarından geçmemiş. Sadece onlar değil tabii köyün çoğu buruk bir bayram yaşamışlar.
Kış geçmiş bahar gelmiş. Kar köyden kalkınca ormanın yeri daha da belli olmuş. Kocaman boş bir alan... Şükrü Efendi çocuklarını toplamış ve şöyle demiş:
- Yollar açılmıştır. Kasabaya gidip iş bakacağız. Yoksa açlıktan ölmemiz işten bile değil. Köyde sadece Mustafa kalacak.. Mehmet ile Yusuf benimle gelecek. Mustafa sen de bizim tarlaya git. Biz dönene değin oralarda büyük çukurlar aç.
- Ne çukuru baba?
- Sen aç, döndüğümüzde görürsün. Zaten tarla da bir işe yaramıyor. Belki öyle işe yarar.
Bu söylenenlerden hiç kimse bir şey anlamamış. Ama babanın sözüne de kimse itiraz edemezmiş. Çünkü aldıkları terbiye bunu gerektiriyormuş.
Şükrü Efendi yanında iki oğluyla kasabada gün boyu iş aramış. Tanıdık tanımadık herkese iş sormuşlar. Bir adam, onlara bir yer tarif etmiş. Adamın tarif ettiği yöne doğru yürümüşler. Kasabadan çıkmış, uzunca bir yola gitmişler. Daha önce hiç görmedikleri, gitmedikleri bir köye varmışlar. Şükrü Efendi karşılaştığı bir yabancıya, “Kasım Ağa nerede oturuyor?” diye sormuş. Yine tarif edilen yöne doğru yürümüşler.
Bir çiftliğin kapısından içeri girmişler. Çocuklara avluda beklemelerini söylemiş. Kendisi de içeri girmiş. Az sonra yanında şişman kısa boylu bir adamla dışarı çıkmışlar. Adam:
- Çocuk bu mu?
- Evet, Kasım Ağa... Benim gözbebeğimdir. Sana da çok yarayacak. Eli işe yatkındır. Bana bir hafta müsaade et... Köyde yapılacaklar var. Haftaya cuma burada....
- Tamam sen al şu birkaç lirayı. Gelince kalanı da veririm.
- Sağ ol Kasım ağa. Hakkını helal et.
Buldukları bir kağnı köye dönmüşler. Köye döndüklerinde hava iyice kararmış. Yatsı ezanı okunuyormuş. Çocuklar fidanları evi dışında bir kenara yerleştirmişler. Şükrü Efendi içeriye girmiş. Abdestini alıp namaza durmuş. Bir tencereden yenilen yemekten sonra şunları söylemiş:
- Çocuklar durumumuz çok kötü. Orman da yok artık. O yüzden Mustafa köyde kalacak. Yusuf, Kasım Ağa’nın yanında bir süre bizden uzak çalışacak. Yusufum, Kasım Ağa iyi insandır, sen o ne söylese yapacaksın. Bizi utandırma, elimiz düzelince seni oradan alacağız. Mehmet de kasabadaki kahvede çalışacak. Orada yatıp kalkacak. Kahveci asker arkadaşımdır. Yabancı değil. Ama yarın daha önemli işimiz var. Hele sabah ola hayr ola...
O gece yorgunluktan derin bir uykuya dalmışlar. Ertesi gün, gün doğmadan kalkmışlar. Sabah namazlarını kıldıktan sonra kasabadan aldıkları fidanları sırtlayarak tarlaya doğru yürümüşler. Mustafa’nın hazırlamış olduğu çukurlara dikkatli bir şekilde fidanları dikmişler. Her fidanı dikişte Şükrü Efendi dua ediyor. “Allah’ım bu fidanları sen yeşertirsin. Yanan ormanın yerine bunları bizden kabul buyur.” dedikten sonra çocuklarına dönerek şöyle demiş:
— Bunlara gözünüz gibi bakacaksınız. Bunlar bizim geçim kaynağımız olacak. Bunları daha da çoğaltacağız. Köyümüzü yine orman köyüne döndüreceğiz. Sizlere de vasiyetim. Nerede olursanız olun bulunduğunuz yere fidan dikin. Ağaç dikin. Ağaç olsun, orman olsun bir yerin şenliğidir. Allah’a ve peygambere inanan ağaç diker. Yaş ağacı kesenin soyu kurur. Bir adam öldürmüş gibi suçlu olur. Her diktiğiniz ağaç size dua kapısını açar. Sakın ha, nerede olursanız olun, ağaçlara dikkat edin.”
***
Bu hikâyeyi şimdi oturduğumuz evin bahçesinden yazıyorum. Büyükbabamın dikmiş olduğu ağaçların altında... Şimdi de babam, büyükbabamın izinden gidiyor. Bahçede bulunan ağaçların bakımı ile uğraşıyor. Babaannemin diktiği ceviz ağacı ise gün geçtikçe büyüyor. Her sabah ağaçların dalları arasında uçuşan kuşların sesleriyle uyanmanın keyfi de pek güzel oluyor.
Dilara Nur Kara - 17.07.2006 - İstanbul